1.06.2014 - 1.07.2014

Asırlar değil 70-80 yıl öncesine dahi gitseniz şerbet kültürünün hem anadoluda hemde büyük kentlerdeki zengin konaklarında yaygınlıkla misafirlere ikram edildiğini müşahade edersiniz. Geleneksel olan şerbet tatlarımız osmanlının arap yarımadasını fethetmesinden sonra dahada yaygınlaşmış ve sadece saraya değil ortalama her eve girmiştir. Gül şerbetini duymayanımızmı var. Çok basit bir tarife sahip olan gül şerbeti gibi şerbetlerin yanında yapımı zahmetli ve ustalık isteyen şerbet türleride mevcut.
Osmanlı kültüründe mutlaka konuğa ikram edilen o gül lokumu türk kahveleri şerbetler şimdi unutulmaya yüz tutmuş durumda. Bir kültür değeri olan bu tarifleri yaşatabilmek ve gelecek nesillerimizede ulaştırabilmek için azıcık gayret biraz ilgi ve hazır meşrubat kıskacından da biraz kurtulmak gerekiyor.



Düşününki zamanında bu şerbetler Altın tombalakta sunuluyordu ve Altın tombakta sunum Şerbetin, Osmanlı İmparatorluğu’nda altın tombak şerbetliğinde sunulacak kadar itibar görmesi, yemek kültürümüzdeki değerini ortaya koymaktadır Dünyada hangi içecek böylesine bir makama oturtulmuştur? Fakat günümüzde şerbet, sadece Ramazanlar’da sembolik olarak sunulan bir kültür mirası objesine dönüşmüştür artık Şerbet kültürünün (kültür tanımlası yapmak gerekir zira atalarımızın günlük yaşantısında, şerbetle bütünleşen veya eşleştirilen geleneksel davranış kalıpları oluşmuştur) bugünkü konumu, artık, maalesef kültür boyutunda değerlendirilemeyecek durumdadır.


Şerbetten Sorbeye: Şerbetin, Arapça‘da “içmek” anlamına gelen “şerben” fiilinden türetildiği varsayılmaktadır. Şerbetin ana yapım tekniği olan şurup ise Arapçadan olduğu gibi alınmıştır. Fakat eski Arapça’da şurup, şerbet ve şekerli içecek anlamına gelir. Anadolu’ya yakın Arap coğrafyası, halen şerbet kelimesini Osmanlıların geçmişte kullandığı şekliyle kullanır.
Osmanlı dönemlerinde İngiliz seyyah ve sefirlerin şerbetle tanışması, bu ürünü evrenselleştiren Osmanlılar sayesinde olmuştur ve şerbet (sherbet) sözcüğünü doğrudan kendi dillerine almışlardır. Ünlü yemek tarihçisi Alan Davidson, Osmanlı – Bizans – Venedik ilişkileri döneminde şerbetin, İtalyan mutfağına “sorbetto” olarak girdiğini bildiriyor.
Fransızlar ve İtalyanlar da öğrendikleri bu teknikle, karlı yada buzlu şerbetin benzeri olan buzlandırılmış şerbeti geliştirmişler ve adına “sorbet” adını vermişlerdir. “Sorbet”, Fransız mutfağının etkisiyle tüm dünya sofralarında geleneksel bir boyut kazanmıştır. Özellikle üst düzey mönülerin servis edildiği sofralarda, karmaşık tatlar damakta yorgunluk yaratır. Damağın rahatlamasını ve tazelenmesini sağlamak için ana yemek öncesinde “sorbet” sunumu, damağı bir sonraki yemeğe hazırlar.
Çiçek Şerbetleri: Topkapı Sarayı’na sonradan eklenen helvane mutfağı adeta bir tatlı, şurup ve şerbet labatuvarı olarak işletilmiş Sarayın en gözde şerbetleri çiçeklerden gül, zambak, menekşe, fulya, yasemin, muhabbet, iğde ve nilüfer çiçeklerinden yapılırmış Özellikle tatlı suda yetişen ve çok kısıtlı miktarda bulunan nilüfer çiçeğinden yapılan şerbet, akıllara durgunluk verecek bir reçete!
Şerbet yapımına bu kadar önem veren Osmanlı Sarayı’nda, doğal olarak sanatkâr kuyumcu marifetiyle yapılmış pahalı şerbet takımları ve avadanlıklar kullanılmış
Genelde saray ve halk mutfağı arasında büyük uçurumlar olmasına rağmen mesele şerbet olunca, bu uçurum çok derin değildir Zira şerbet her hanede her zaman ansızın gelen misafire sunulması gereken en önemli ikramdır
Böylesine bir kültürün zamanla yok olmasının altında mutlaka pek çok etken yatıyor Fakat aslında kaybettiğimiz, şerbet kültürünün asırlarca oluşturduğu beşeri ilişkilerin bütünüdür


Burda sizlerle paylaşacağımız şerbet türleri hem kolay hemde yapımı meşakketli şerbetlerden oluşuyor yazımızın başında da bahsettiğimiz gül şerbeti ile başlayalım

GÜL ŞERBETİ TARİFİ
Lazım gelen malzeme ez cümle şu minvaldedir


500ml saf gül suyu
5 adet tarçın
1 adet kök zencefil
1 adet muskat cevizi
10 gr karanfil
4 kalıp lohusa(kızamık şekeri)
5 lt su
300 gr şeker
terkibin tamamı bir kazanda 30 dk kaynatılır ve ılımaya bırakılır ılıyınca süzülür ve şekeri katılarak karıştırılır çok şekerli olmamasına dikkat edilir. sonra cam bir şişey doldurulup soğutulur ve soğuk olarak servis edilir.

İĞDE ÇİÇEĞİ ŞERBETİ
Benim en beğendiğim tatlardan biri Galiba orjinal tarifide bir burda bulacaksınız.
Lazım gelen malzeme Ezcümle Şu minvaldedir.
150 Gr iğde çiçeği (yapraklarında ayıklanmış sadece çiçek
4 çubuk vanilya
3 Kök dövülmemiş meyan
1 adet portakalın kurutulmuş kabuğu
5 Adet kuru kayısı
2 kök zerdeçal
800 gr şeker
Vanilya , meyan kökü, zerdeçal, ve kuru kayısı5 lt suda 30 dk kaynatılır ve ocaktan alınır iğde çiçeği ve kurutulmuş portakal kabuğu ilave edilip 30 dk demlenmeye bırakır tüm karışım süzüldükten sonra şekeri ilave edilip karıştırılır ve soğumaya bırakılır.

Bu şerbetin tarifini zaten ayrıntılı yayınlamıştık Tekrar kısa bahsini geçecek olursak
Lazımgelen Malzeme Ezcümle şu minvaldedir
Bu şerbeti en uygun 5 lt suda hazırlamanızı tavsiye ederim. genelde 500 gr satılan demirhindi paketlerinin tamamını 5 lt soğuk suyun içerisine atarak başlayabiliriz. işte gerekli diğer malzemeler
5 Lt su
500 gr demirhindi mümkünse bir gece önceden 5 lt soğuk suda bekletin 
5 adet zencefil kök

2 adet zerdeçal kök
2 tarçın çubuk
7-10 adet karanfil
3-5 adet yenibahar tane
1 adet muskat cevizi (rendeleyip atın)
3-5 adet kakule tane
2 adet havlucan kök
1 adet vanilya çubuk
4-5 adet hünnap kurusu
büyük iki parça kızamık şekeri
200 ml saf gül suyu
20 gr rezene
20 gr anason
20 gr kebabiye
250 gr şeker

evet bunların hepsini soğuk suyun içerisine atıyoruz ve ocağımızı en kısık seviyeye alıp yavaş yavaş ısınmasını ve kaynamasını sağlıyoruz. kaynama süresi bekleyebilenler için 120 dk olmalı.
sonra ılıyana kadar bütün baharatlar ve demirhindi bu suda bekliyor ve süzüyoruz işte şerbetimiz hazır
bu kadar kolay yapma sadece ramazana özgü olmayan bu içecek misafirlerimiz için her zaman hoş bir süpriz olacaktır 

KURU MEYVE ŞERBETİ
Bu şerbet aktarlardan veya marketlerden kolayca bulabileceğiniz bazı kuru meyvelerin hoş bir karışımıdır
Lazımgelen Malzeme Ezcümle şu minvaldedir
200 gr Merzifon karası üzüm (bulamaz iseniz Antep siyah inci)
200 gr besni üzümü
100 gr kuru kayısı
100 gr kuru erik,
bir adet portakal bir adet limon
1 adet defne yaprağı
10 gr karanfil
2 kök zenceil
400 gr şeker
5lt suda üzüm çeşitlerini kayısıyı eriği defne yaprağını karanfili zencefili 1 saat çok kısık ateş üstünde kaynatıyoruz (kaynamaya başladıktan sonra ocağın altını kısıyoruz) kaynama bitince limonun ve portakalın dış kabuklarını kazanımızın içine rendeliyoruz 10 dk beklettikten sonra süzüyoruz süzme işlemi bitince malzemelerimizi birde tülbentten sıkalım ki üzümlerimizin içinde şıramız kalması son olarakta soğumadan şekeri katıp karıştırıyoruz

Şerbet tariflerimiz sadece damağa değil aynı zamanda sağlığımıza da tat veriyor Sağlıcakla kalın
Hr. Adnan Yıldırım

Kuşburnu, Hagebutte, Rosa canina L.
İtburnu
Gül burnu
Gül elması
Yaban gülü
Köpek gülü
Familyası: Gülgillerden, Rosengewâchse, Rosaceae
Drugları: 
Kuşburnu meyve kabuğu: Cynosbati fructus
Kuşburnu meyvesi ve tohumu: Cynosbati fructus cum semine
Kuşburnu tohumu: Cynosbati semen
Kuşburnu meyve kabuğu bazen sade bazen tohumuyla birlikte çay ve natürel ilacı yapılır. Reçeli sadece meyve kabuğundan yapılır.
Giriş: Gülgiller takriben 7000 alt türü olan en kalabalık bitki ailesidir. Kuş-burnunun en çok kullanılan ve bilinen türleri İtburnu, Gül burnu veya Köpek gülü olarak da bilinen Rosa canina, Dağ kuşburnu; Rosa alpina ve Sarkık kuşburnu; Rosa pendulina’yı sayabiliriz. Eskiden Osmanlı ve Selçuklular tarafından bilinen ve kullanılan Kuşburnu Avrupa’da 18. yy.’dan itibaren kullanılmaya başlanmıştır.
Botanik: Boyu genellikle 1-205 metre nadiren 5 metre olan çalı şeklindeki küçük ağaççık olup, asıl vatanının Türkiye olduğu ve buradan dünyanın bütün yörelerine zaman içinde yayıldığı tahmin edilmektedir. Günümüzde Batı Avrupa’dan Doğu Türkistan’a kadar çok geniş bir alana ve Kuzey Amerika’ya kadar yayılmıştır. Bitki yol kenarları, meralar, çimenlikler, orman kenarları ve tepeliklerde yabani olarak yetişir. Türkiye’nin Karadeniz, Marmara ve Doğu Anadolu bölgesinde daha çok, Ege ve İç Anadolu bölgesinde ise seyrek olarak yetişir. genellikle çok sayıdaki gövde demet şeklinde yerden çıkar, yükselir ve çevresine sarkar, üzeri sarımsı veya esmer dikenlerle bezenmiştir. Eski dal ve gövdeler esmer, taze sürgünleri ise açık yeşil renktedir. Yaprakları tekli 5-7 kanattan meydana gelir ve 2-3 çifti karşılıklı ve de sonda bir tek bulunur. Kanat yaprakları oval şekilde, kenarları dişli, ortada ana bir damar ve ondan yanlara yan damarlara sahiptir ve kısa saplıdır. Çiçekleri kalp şeklinde beyazımsı pembe veya pembe renkte, beş adet taç yapraktan meydana gelir ve 20-30 adet döllenme tozluğu bulunur ve bu döllenme tozluklarının topuzcukları bazen pembemsi, bazen de esmer renktedir ve de ortada sarımsı bir göbek bulunur. Meyveleri koyu kırmızı renkte oval veya yumurta şeklinde, koyu kırmızı renkte 0,5-1,5 cm eninde 1-2,5 cm uzunluğunda etli bir kabuğu ve içinde tüylü sert sarımtırak beyaz tohumlar bulunur.
Yetiştirilmesi: Türkiye’nin hemen her bölgesinde rahatlıkla yetiştirilebilir ve özel bir bakıma ihtiyaç yoktur.
Hasat zamanı: Eylül ve Ekim aylarında toplanan meyveleri, güneşli, kuru ve havadar yerlerde iyice yıkandıktan sonra kurutulur. Suni olarak önce 30 dk 75-80°de ve bunu takriben dışarıda güneşli havada kurutulur. Bazı ülkelerde Kuşburnu çekirdeğinden Kuşburnu Çekirdek yağı (Kuşburnu yağı) elde edilir.

Kuşburnu Çekirdek yağındaki (Kuşburnu yağı) önemli maddeler;
1) C vitamini ortalama 100 gr da 1550 mg
2) E vitamini başta olmak üzere B1,B2,B6,B3 (Niacin) vitaminleri, K ve P (Rutin) vitamini ve β-Carotin (Provitamin A)
3) Minerallerden; Potasyum, Magnezyum, Sodyum, Silisikasit, Demir, Fosfor
4) Doymamış yağ asitleri %33 α-Linolenasit, %43 Linolasit ayrıca Palmitinasit, Palmitoleinasit, Stearinasit, Oleikasit, Arahidonasit, Eicosenasit ve Behenasit içerir. (geniş bilgi için çörek, hodan veya ışıldak’a bak)(NH.1.02.42)
5) Tanin, pektin, şeker ve meyve asitleri (malikasit, sitrikasit, fosforikasit) içerir.
Kullanılması: Kuşburnu Çekirdek yağı veya kısaca Kuşburnu yağı kalite bakımından çörek, hodan ve ışıldak yağlarından da üstündür. Fakat henüz Kuşburnu yağı ile ilgili yeterince araştırma yapılmamıştır. Bilindiği gibi çörek, hodan ve ışıldak yağları başta Nerodermatoz (besin alerjisinin sebep olduğu kaşıntılı ve sulu egzama) PMS’ye (permensturel syndrom) karşı etkili oldukları, özellikle de çörek yağının her türlü alerjiye karşı etkili olduğu bilinmektedir. Kuşburnu yağının da aynı etkiye sahip olduğu kanaatindeyim. Fakat geniş çaplı klinik araştırmalarının neticelerini beklemek gerekmektedir.
Birleşimi: Birleşimindeki maddeleri önemine göre şöyle sıralayabiliriz;
1) Meyvesinde çok yüksek oranda C vitamini içerir. Bu oran bitkinin yetiştiği yöreye ve iklim şartlarına göre değişirse de %0,5-2 arasında değişebilir. Fakat ortalama %1,25 oranındadır (yani ortalama 1250 mg). Mesela 100 gr Kuşburnu 500-2000 mg C vitamini içerebilirken portakal veya limon 40-100 mg içerir.
2) Carotinoitler; Rubixanthinler, Lycopin ve β-Carotin (Provitamin A)
3) Diğer vitaminlerden E,B1,B2 ve Niacin
4) Meyve asitleri %8-10 arasında olup en önemlileri sitrikasit ve malikasittir.
5) Minerallerden; Potasyumda 100 gr da 500 mg gibi çok yüksek orandadır. Demir, Magnezyum, Sodyum ve Fosfor içerir. ayrıca %20-25 meyve şekeri, %15-25 Pektin, %3-5 Protein ve %0,5-1 yağlar içerir.
Tesir şekli: C vitamini ihtiyacını giderici, idrar artırıcı, antiskorbüt (C vitamini yetersizliği ile ortaya çıkan bir hastalıktır. Belirtisi diş etleri iltihaplanır, kanar, morarır ve dişler sallanır) hafif müshil yapıcı ve damarları büzücüdür.
Araştırmalar:
1) Üşütme ve bulaşıcı grip hastalıkları sırasında vücudun C vitaminine olan ihtiyacı oldukça fazla olmaktadır. Çünkü bakteri ve virüsleri yiyerek zararsız hale getiren fagosit (Phagozytoz) ve İnterferon üretimi için C vitaminine ihtiyacı aşırı artmaktadır. Nobel ödülü kazanan L. Pauling 2-4 saatte bir 4,5-7,5 gr C vitaminine ihtiyaç olduğunu, bunun belli bir süre (3-4 gün) tekrar 0,5-1 gr a düşürülebilineceğini ifade etmektedir. Aynı görüşü F.C.Klenner ve I.Stone’de savunmaktadır.
2) Sürekli stresli bir hayat yaşayanlarda ve aşırı zihinsel çalışanlarda görülen dermansızlık veya çeşitli virüslerin salgını sonucu hastada normal Kortizol seviyesi düşer ve bu hemen engellenmez ise kişi kronik yorgunluk Chronic-Fatigue-Syndrom=CFS yakalanabilir.işte C vitamini böbrek üstü bezlerinin yeniden düzenli hormon üretmesini sağlayarak kişiyi yeniden sağlığına kavuşturur (Nhp.2.96.219). en çok C vitamini Kuşburnunda olduğuna göre Kuşburnu çay, natürel ilaç ve reçeline devam edilir.
Kullanılması:
a) Araştırmalara göre Kuşburnu başta bulaşıcı hastalıklardan grip, üşütme hastalıkları, dermansızlık, yorgunluk, mide-bağırsak rahatsızlıkları (gastrit, Enterit) ve C vitamini yetersizliğine karşı kullanılır.
b) Komisyon E 164 No’lu ve 01.09.90 tarihli, Kuşburnu meyve kabuğu üzerine monografisini yayınlamıştır. Buna göre kuşburnu meyve kabuğu başta; üşütme hastalıkları, gripli enfeksiyon ve diğer enfeksiyon hastalıklarına karşı, vücudun bağışıklık sistemini (immün sistemi) kuvvetlendirmek için, idrar yolları rahatsızlıkları, ödem, romatizma rahatsızlıkları, mide-bağırsak ve safradaki rahatsızlıklara karşı kullanılır. meyve kabuğu ve tohumları bir arada kullanıldığında gastrit, ülser, siyatik, akciğer rahatsızlıkları gibi daha birçok hastalığa da yukarıdaki rahatsızlıklara ilaveten etki ettiği ifade edilmektedir. Kuşburnu kökünün çayının Basuru iyileştirdiği yapılan gözlemlerle tespit edilmiştir.
Çayı: İki kahve kaşığı kurutulmuş ve ince kıyılmış kuşburnu kabuğunu (tohumda ilave edilebilir) demliğe konur ve üzerine 300-400 ml kaynar su ilave edilir ve 5-10 dk demlenmesi beklendikten sonra süzülerek içilir. (Şayet 5-10 dk kaynatılır ise daha çok C vitamini elde edilir).
Çay Harmanları;
Ödem Çayı
>20 gr Ardıç kozalağı
>20 gr Kuşkonmaz kökü
>20 gr Hindiba otu ve kökü
>20 gr Altın başak otu
>10 gr Kuşburnu
>10 gr Kayışkıran kökü
Diuretik çayı;
>20 gr Kuşburnu
>20 gr Maydanoz kökü
>20 gr Isırgan kökü
>20 gr Altın başak otu
>20 gr Atkuyruğu otu
Böbrek ve mesane taşları çayı;
>20 gr Kuşburnu
>20 gr Altın başak otu
>20 gr Kayışkıran otu
>20 gr Hindiba otu+kökü
>20 gr Isırgan otu+kökü
Diuretik çayı;
>20 gr Kuşburnu
>20 gr Maydanoz kökü
>20 gr Isırgan kökü
>20 gr Altın başak otu
>20 gr Atkuyruğu otu
Şurubu: Kuşburnu şurubu eskiden Osmanlı’nın meşhur şuruplarından birini teşkil ederdi, fakat zamanla unutuldu. Günümüzde değerinin anlaşılması ile yeniden şurubu, reçeli, çay harmanları ve de natürel ilaçları yapılamaya başlanmıştır.
Yan tesirleri:
Bilinen bir yan tesiri yoktur fakat aylarca (4 aydan fazla) sürekli içilirse bazı kişilerde deride kaşıntı yapabilir şayet ara verilirse kaşıntı da geçer.

Son zamanlarda yeni bir yağ ile tanıştık; adı kanola. Genetik yapısı değiştirilmiş kolza bitkisinin
yağı. Aslında bu yağ çok da yeni değil. Gıda sanayicileri kanolanın zeytin yağına benzeyen özellikleri ile çok sağlıklı, mucizevi bir yağ olduğunu söylüyorlar. Üstelik zeytin yağından 3-4 kez daha ucuz. Acaba kanola gerçekten de dedikleri kadar sağlıklı  mı? Yoksa gıda sanayinin yeni bir yutturmacası mı? İyi bilinmeyen bu yağ neyin nesi? Bültenimizin bu sayısını kanolaya ayırdık. Makalenin yazarları Sally Fallon ve Prof. Dr. Mary G. Enig. Her ikisi de ömürlerini sanayi tipi yağlarla mücadeleye vakfetmiş olan uzmanlar. İyi bilgi sitesinden alınan bu makaleyi kaçırmayın!

Kanola: Mucize mi, pazarlama balonu mu?
“Kanola yağı, pişirmede ve salatalarda kullanılabilecek en sağlıklı yağdır. Kolza tohumunun hibridizasyonu (melezleştirilmesi) ile elde edilmiştir. Kolza tohumunun yağı zehirlidir çünkü belirgin miktarda “erusik asit” denilen zehirli bir madde içerir. Kanola yağı ise eser miktarda (yok saılabilecek kadar) erusik asit içerir. Yüksek oleik asit ve düşük doymuş yağ oranı ile kalp hastalıklarının önlenmesi için eşsiz bir yağ kompozisyonuna sahiptir. Sağlığa son derece faydalı olan omega 3 yağ asitleri bakımından da zengindir.” Bunlar, kanola yağı hakkında gıda endüstrisinin söyledikleri.
Peki Gerçek Nedir ?
“Kanola yağı zehirli bir maddedir; vücudumuzda yeri olmayan endüstriyel bir yağdır. “Kimyasal savaşta kullanılan hardal gazı” hemagglutinin ve zehirli siyanid içeren glikozitler içerir. Deli dana hastalığına, körlüğe, sinir sisteminde ve kan hücrelerinde tahribata, bağışıklık sisteminin çökmesine sebep olur.” Bunlar da, bu yağı kötüleyenlerin söyledikleri.
Peki, kanola yağı ile ilgili bu kadar çelişkili iddialar arasında, tüketici doğruyu nasıl bulacak? Kanola yağı bir mucize mi, yoksa gıda endüstrisinin para kazanmak için şişirdiği bir balon mu? Ayrıca, bu yağ, endüstriyel gıdaların hazırlanmasında nasıl bu kadar fazla paya sahip oldu?
Kanolanın saklı tarihi
Kanolayı anlamak için biraz tarihçesine bakalım… 1980’lerin ortasında yiyecek endüstrisi büyük bir sorunla karşı karşıyadır. Endüstri o güne kadar Amerikan Kalp Vakfı, üniversitelerin beslenme bölümleri gibi resmi kuruluşların da desteğiyle “damar tıkayan” doymuş yağlara karşı “kalple dost” çoklu doymamış yağları(mısır, ayçiçeği, soya vb) öne çıkarmaktaydı. Fakat 80’lerde çoklu doymamış yağların, özellikle de mısır yağı ve soya yağının birçok sağlık sorununa, özellikle de kansere yol açtığı ortaya çıktı (1).
Endüstri kilitlenmişti. Bir yandan ürünlerinde çoklu doymamış yağ kullanıp bir yandan da bunların sağlıklı olduğunu iddia etmeleri imkânsızlaştı. Öte yandan, tereyağı, böbrek yağı, iç yağı, hindistancevizi yağı gibi senelerdir kötüledikleri yağlara da sessiz sedasız dönemezlerdi. Ayrıca, bu yağlar, her kuruşun hesabını yapan endüstri için çok pahalıydı.
Çözüm, zeytinyağı gibi tekli doymamış yağlara yönelmek oldu. Araştırmalar zeytinyağının kolesterol seviyesi ve kalple ilgili diğer parametreler açısından çoklu doymamış yağlara oranla “daha iyi” olduğunu gösteriyordu. Ayrıca, Ancel Keys gibi insanlar – bol zeytinyağı içeren, kafamızda güneşli adalarda yaşayan insan görüntüleriyle canlanan- Akdeniz beslenme biçiminin kalp sağlığını koruduğu ve uzun bir yaşamın anahtarı olduğu fikrini yaydılar.
Amerikan Kalp, Akciğer ve Kan Enstitüsü (NHLBI) tekli doymamış yağlarla ilgili ilk seminerini Filadelfiya’da düzenledi. Toplantının başkanlığını, hayvansal yağlar ve kolesterolün kalp hastalığına sebep olduğunu iddia eden yazar Scott Grundy yaptı. Yenebilir yağ endüstrisinden Unilever gibi şirketler de katıldı. İkinci seminer 1987’nin başlarında Maryland’de gerçekleşti.
Dr. Grundy’ye bu sefer enstitünün başkanı Claude Lenfant da eşlik ediyordu. Konuşmacılar arasında uzun yıllar Procter and Gamble’da çalışmış Fred Mattson ve daha sonra trans yağ asitlerinin zararları hakkında bir yazı yazacak olan Hollandalı bilim adamı Martign Katan vardı. Bundan sonradır ki, zeytinyağının erdemleri ile ilgili yazılar medyada birbiri ardına yayınlanmaya başladı.
Uzun bir geçmişe sahip olan zeytinyağının öne çıkarılması, sağlığına dikkat eden tüketiciye -sadece modern fabrikalarda sıkılabilen mısır yağı ve soya yağına oranla- daha mantıklı geldi. Bu sefer de endüstri kendisini başka bir sorunla karşı karşıya buldu: Dünyada endüstrinin ihtiyacını karşılayabilecek kadar çok zeytinyağı yoktu. Üstüne üstlük, zeytinyağı da tereyağı ve diğer geleneksel yağlar gibi, işlenmiş gıdalarda kullanmak için çok pahalıydı. Endüstri, daha az maliyetli bir tekli doymamış yağa ihtiyaç duyuyordu.
Kolza yağı, Çin, Hindistan, Japonya gibi ülkelerde kullanılan bir tekli doymamış yağ idi. Kolza yağı yüzde 60 oranında tekli doymamış yağ asitleri içerir (zeytinyağında bu oran yüzde 70’tir). Ne yazık ki, kolza yağındaki tekli doymamış yağların üçte ikisi erusik asittir. Erusik asit, kalpte lif dejenerasyonu ile kendini gösteren Keshan hastalığı ile ilişkilendirilen, 22-karbonlu tekli doymamış yağ asididir. 1970’lerin sonlarına doğru, bir genetik manipülasyon tekniği ile (2), Kanadalı üreticiler 22-karbonlu erusik asit bakımından fakir, 18-karbonlu oleik asit bakımından zengin tekli doymamış yağ veren bir kolza çeşidi türettiler.
Bu yeni yağa “LEAR” ismi verildi (İngilizce’de “düşük erusit asitli kolza” kelimelerinin baş harfleri). Fakat bu yeni yağ Amerika’da beklenen ilgiyi görmedi. 1986 yılında Cargill LEAR yağı tohumunun Amerikalı çiftçilere satılacağını duyurdu ve Dakota’daki tesislerinde tohumu işlemeye başladı (3).

LEAR yağını pazarlamak
LEAR yağını çoklu doymamış yağlara karşı sağlıklı bir alternatif olarak pazarlayabilmek için öncelikle yeni bir isme ihtiyacı vardı. Ne kolza ismi, ne de LEAR, bu “Sindrella” ürün için sağlıklı bir imaj çizmiyordu. 1978 yılında, endüstri “KANOLA” isminde karar kıldı. Bu isim “Kanada yağı”nın kısaltması gibiydi ve İngilizce’de pozitif bir etki yaratıyordu. Bu yeni isim de 1990’ların başına kadar pek fazla duyulmadı.
Birinci engel, Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA)’nin kolzayı hiçbir zaman güvenli gıdalar statüsünde göstermemesiydi. Kanolayı Amerika’da pazarlamadan önce mevzuatta bir değişiklik yapılması gerekiyordu (4). Nasıl yapıldığını bilemiyoruz ama, kolza 1985 yılında güvenli gıdalar listesine alındı. Bazı söylentilere göre Kanada hükümeti bu statünün verilmesi için tam 50 bin Dolar harcamış!
Kanola yağı abur cubur tüketen insanlara değil de, sağlığını düşünen insanlara pazarlanacağı için televizyon reklâmcılığından daha ince pazarlama tekniklerine ihtiyaç duyuluyordu. Endüstri bilimi yönlendirerek kanola yağını pazarlamanın şifresini buldu; “doymuş yağ oranı düşük, tekli doymamış yağ bakımından zengin”! Bir de kanola yağı yaklaşık yüzde 10 oranında omega-3 yağ asidi içeriyordu. Kalbe ve bağışıklık sistemine faydaları olan bu yağ asidini birçok Amerikalı yeteri kadar alamıyordu. Peki, bu rüya gibi yağ, eğitimli tüketiciye nasıl pazarlanacaktı?
Kanola yağı, sağlıklı beslenme kitaplarındaki tariflerde boy göstermeye başladı. Özellikle Andrew Weil ve Barry Sears gibi yazarların kitaplarında… Yöntem olarak kitaptaki metinlerde Akdeniz beslenme biçiminin ve zeytinyağının erdemleri anlatılıyor; daha sonra tariflerde malzemeler arasında “zeytinyağı veya kanola yağı” yazılıyordu. Yayıncılık sektöründen bilgi aldığımız bir kişinin söylediğine göre, ABD’de 1990’ların ortalarından beri belli başlı bazı yayıncılar kanola içermeyen yemek kitaplarını basmıyorlarmış!
1997 yılında Harper Collins yayıncılık şirketi Dr. Artemis Simopoulos ile, omega-3 yağ asitlerinin faydalarını anlatan bir kitap yazması için anlaştı (5). Dr. Simopoulos o güne kadar Amerika’da beslenme ile ilgili resmi kuruluşlarda görev yapmış bir pediatristti. Omega-3 yağ asitleri hakkında birkaç makale hazırlamış, günümüz koşullarında beslenmemizde yeteri kadar omega-3 olmadığını yazmıştı (6).
Dr. Simopoulos’un hazırladığı Omega Planı isimli kitap 1998’de çıktı. 1999’da Omega Diyeti ismiyle yeniden basıldı. Kitap Akdeniz beslenmesinde omega-3 yağ asitlerinin ve tekli doymamış yağların erdemlerinden bahsediyor (7). İşlem görmemiş kanola yağı hem omega-3, hem de tekli doymamış yağ içerdiğinden kitaptaki tariflerin çoğunda kullanılıyordu. Simopoulos Akdeniz diyetinin doymuş yağ açısından fakir olduğunu öne sürerek yağsız et, düşük yağlı yoğurt ve süt yenmesini tavsiye ediyordu.
Endüstrinin çabaları boşa çıkmadı. Bilimsel konferanslar; Omega Diyeti gibi kitaplarda, dergi ve gazetelerin sağlık sütunlarında kanola reklamı yapmak işe yaradı. 1990’ların sonlarına gelindiğinde kanola yağı satışları patlama yaptı. Sadece ABD’de değil; Çin, Japonya, Avrupa, Bangladeş, Meksika ve Pakistan gibi ülkeler de büyük miktarda kanola yağı tüketiyor. Gurme marketlerinde, sağlık ürünleri satan zincir mağazalarda, süpermarketlerde de satılıyor. Kolesterol-düşürücü margarinlerde kullanılıyor. Özellikle restoranlarda, kızartmalar hidrojenize edilmiş kanola yağı ile yapılıyor.

Tehlikeleri abartıldı
Kolza yağının tehlikelerini anlatan birçok yazı bulabilirsiniz internette. Bunların hemen hepsi John Thomas’ın Perceptions dergisi Mart-Nisan 1996 sayısındaki “Körlük, Deli Dana Hastalığı ve Kanola Yağı” başlıklı yazısından alıntıdır. Hatta iddialardan bazıları gülünçtür. Kolza “brassica” denilen hardal ailesinden bir bitkidir fakat kimyasal savaşta kullanılan hardal gazının kaynağı değildir.
Glikozitler (veya glikozinolatlar) kolza ile aynı aileden olan brokoli, lahana, hardal gibi bitkilerde de bulunur. Bunlar sülfür içerirler (arsenik değil, sülfür) ve tatları acımtıraktır. Bu bileşikler guatrojeniktir (guatr yapıcı); mayalama veya pişirme yoluyla nötralize edilmeleri gerekir. Kolza unu da bol miktarda glikosit içerdiği için hayvan yemi olarak büyük miktarlarda kullanılamıyordu. Bitkiyi ıslah eden genetikçiler erusik asit miktarını düşürdükleri gibi, glikosit oranını da düşürdüler (8). Bunun sonucunda düşük glikozitli kolza unu hayvan yemi olarak kullanılmaya başlandı. Bugün Kanada’nın önemli ihraç ürünlerinden biri hayvan yemi olarak kullanılan kolza unudur.
Kolza tohumunun protein bölümünde ve yağında eser miktarda hemagglutinin denilen maddeler bulunur. Bunlar kanın pıhtılaşmasına sebep olur ve büyümeyi baskılarlar. Fakat, kanola yağının İngiltere’deki deli dana hastalığının sebebi olduğu iddiası doğru değildir (9). Olsa olsa kanola ile beslenmiş olmak hayvanları daha başka hastalıklara karşı duyarlı yapmış olabilir…
Diğer tüm yağlar gibi, kolza yağının da endüstriyel kullanım alanları vardır. Böcek öldürücü, kayganlaştırıcı, yakıt, vernik, sabun, sentetik lastik, mürekkep yapımında kullanılır. Keten tohumu yağı, ceviz yağı, zeytinyağı ve hindistancevizi yağlarının da endüstriyel kullanım alanları vardır ama bu onları insan tüketimi için tehlikeli hale getirmez.
Kanolanın alerji, titreme, koordinasyon bozukluğu, idrara çıkmada zorluk, görüş bozukluğu, hafıza sorunları, konuşma bozukluğu, uyuşukluk, hatta kalpte aritmi yaptığına dair internette pek çok iddia var. Fakat bunların hiçbiri tıp dergilerinde yayınlanmış değildir. Washington Post gazetesinde yazan Prof. Robert L. Wolke (www. professorscience.com) bu iddiaların garip hastalıklarla ilgili şehir efsaneleri yaydığını söylemiştir (10). Aslında, endüstri bu garip iddiaların yayılmasından da karlı çıkar; çünkü yanlıştırlar ve kolaylıkla çürütülebilirler.
Buna rağmen, tüketicilerin artık hemen her endüstriyel gıdada kullanılan bu yağa karşı dikkatli olmalarını gerektirecek sebepler de var.
Araştırmalar
Prof. Wolke “Daha önceki kolza yağından farklı olan günümüzün düşük erusik asitli kanola yağının insanlara zararlı olduğunu gösteren hiçbir çalışma göremedim” diyor. Bunun sebebi, “insan sağlığı için güvenlidir” statüsünü aldıktan sonra insanlar üzerinde kanola yağı ile ilgili uzun dönemli bir çalışma yapılmamış olmasıdır.
“Düşük Erusik Asitli Kolza Yağı” ilk geliştirildiği vakitten günümüze kadar hayvanlar üzerinde deneyler yapılıyor. Bu çalışmaların sonuçları kanola yağı ile ilgili birçok iddiayı çürütüyor.
Yeni yağ hakkında yayınlanmış ilk araştırma Unilever’in Hollanda’daki araştırma merkezinde 1978 yılında yapıldı (11). Endüstri yeni yağın deney hayvanlarında kalp lezyonlarına sebep olup olmadığını merak ediyordu. Daha önceki çalışmalarda, yüksek erusik asitli kolza yağı ile beslenen hayvanların büyümesinde duraklama ve bazı organlarda – özellikle kalpte- istenmeyen değişiklikler olduğu görülmüştü. Bu da bitki genetikçilerini tohumları daha farklı şekilde geliştirmeleri konusunda yönlendirdi. “LEAR” çalışmasının sonuçları karışıktı. Irsi olarak kalp hastalığına yatkın farelerde keten tohumu yağı ve LEAR yağı ile (zeytinyağı ve çiçek yağına oranla) daha fazla kalp lezyonu görülüyordu. Araştırmacılar ilk iki yağda bulunan omega-3 yağ asitlerini suçlu ilan ettiler (erusik asidi değil!). Irsi olarak kalp hastalığına yatkın olmayan fareler ise test edilen dört yağ türüne karşı belirgin bir fark göstermediler. LEAR yağı farelerde kalp problemlerine de sebep olmadı. Oysa yüksek erusik asitli kolza yağı akut kalp nekrozuna (nekrosis’e) sebep olmuştu.
1979 yılında Kanada Gıda Bilimi ve Teknolojisi Enstitüsü daha önce dört bağımsız araştırma merkezinde yapılan 23 çalışmanın sonuçlarını bir araya getirdi. Bunların hepsi LEAR yağına ve diğer yağlara kalp lezyonları açısından bakmıştı. Bu araştırmalar doymuş yağların (palmitik ve stearik asit) kalp lezyonlarına karşı koruyucu olduğunu fakat yüksek miktarda omega-3 yağ asidinin kalp lezyonlarıyla korelasyonlu olduğunu gösteriyordu. Kalp lezyonları ve erusik asit arasında daha düşük bir korelasyon olduğu da görüldü (12).
Aynı enstitü, 1982 yılında doymuş yağların LEAR yağı ve soya yağı ile etkileşimini inceledi. Farelerin diyetine kakao yağı verilerek doymuş yağ ilave edildiğinde daha iyi büyüdükleri ve kalp lezyonlarında azalma olduğu görüldü. Raporu hazırlayanlar şöyle diyor: “Edindiğimiz sonuçlar, erkek farelerde miyokart (kalp kası) lezyonlarının yağlardaki kardiyotoksik kontaminanlarla (bulaştırıcı) bağlantılı değil; beslenmelerindeki yağ asidi dengesi ile bağlantılı olduğu hipotezini doğrulamaktadır. (13)”
Kanadalı araştırmacılar LEAR yağına 1997 yılında tekrar baktılar. Kanola yağlı mama ile beslenen domuz yavrularında E vitamini eksikliği görüldü (14). Oysa mamada yeterli miktarda E vitamini bulunuyordu. Soya yağlı mama ile beslenen domuz yavrularında ise E vitamini eksikliği görülmedi. E vitamini hücre zarını serbest radikallerin hasarından korur ve sağlıklı bir kalp-dolaşım sistemi için elzemdir. Aynı araştırıcıların 1998 yılında yayınladıkları bir rapora göre ise, kanola yağı ile beslenen domuz yavrularında trombosit (kan pulcuğu) sayısı düştü, trombosit boyutu arttı (15).
Kanola yağı veya kolza yağı ile beslenen domuz yavrularında “kanama zamanı” daha uzun idi. Domuz yavrularının mamasına kakao yağı veya hindistancevizi yağı ile doymuş yağ alındığı takdirde bu değişiklikler hafifliyordu. Bu sonuçlar bir sonraki sene yapılan başka bir araştırma ile tekrar doğrulandı. Kanola yağının trombosit sayısı bakımından normal gelişimi baskıladığı görüldü (16).
Dahası, Kanada Ottava’da bulunan Sağlık Araştırma ve Toksikoloji Araştırma birimlerinde yapılan araştırmalarda tansiyonu yüksek olan ve kalp krizine yatkın fareler yağ olarak sadece kanola yağı ile beslendiklerinde yaşam süreleri kısalıyordu (17). Daha sonra yapılan bir çalışma suçlunun yağdaki sterol bileşikleri olduğunu; “hücre zarını daha sert yaptığı” için hayvanlarda yaşam süresini kısalttığını gösteriyordu (18).
Bütün bu araştırmalar aynı yönde sonuçlar veriyor: Kanola yağı kardiyovasküler sistem için kesinlikle sağlıklı değil! Kendisinden türetildiği kolza yağı gibi, kanola yağı da kalbin fibrotik lezyonları ile ilişkili. E vitamini eksikliğine, kan pulcuklarında (trombosit) istenmeyen değişikliklere sebep oluyor.
Kanola kalp hastalığına yatkın farelere tek yağ kaynağı olarak verildiğinde ise yaşamlarını kısaltıyor. Üstelik, büyümeyi engelliyor gibi görünüyor; FDA’nın kanola yağının bebek mamasında kullanılmasına izin vermeyişinin sebebi de bu (19). Diyete doymuş yağ eklendiğinde kanola yağının negatif etkileri hafifletiliyor. Çıkan sonuçlardan en ilginci, kanola yağı ile ilgili sorunların kaynağı erusik asit içermesi değil; yüksek oranda omega-3 yağ asidi içermesi ve doymuş yağ açısından fakir olması.
Geleneksel diyetlerde kolza yağı
Kolza yağı Çin, Japonya ve Hindistan’da binlerce yıldır kullanılmaktadır. Selenyum eksikliği görülen bölgelerde kolza yağının kullanılması Keshan hastalığı denilen, kalpte fibrotik lezyonların görülmesi ile ilişkilendirilmektedir (20). Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden öğrendiğimize göre, sadeyağ, içyağı veya hindistancevizi yağı gibi doymuş yağlardan fakir insan diyetlerinde bu zararlı etki daha da artmaktadır. Yeteri kadar doymuş yağ alınan geleneksel beslenme biçimlerinde kolza yağı veya içindeki erusik asit bir soruna sebep olmamaktadır. Hatta erusik asit “adrenolökodistrofi” hastalığının tedavisine yardımcı olur. Lorenzo’nun yağındaki gizemli madde de erusik asittir.
Doymuş yağ bakımından zengin bir diyette kolza yağında bulunan yüksek miktardaki omega-3 yağ asitlerinin de bir zararı dokunmaz. 1998 yılında yapılan bir çalışmanın gösterdiğine göre yeteri kadar doymuş yağ alınan diyetler vücudun omega-3 yağ asitlerini daha uzun zincirli EPA ve DHA’ya dönüştürmesine yardım eder (21). Bu da vücudumuzun 18 karbonlu omega-3’leri genellikle değerlendirme biçimidir. Doymuş yağ bakımından fakir ve omega-6 yağ asidi bakımından zengin diyetlerde bu dönüştürme yüzde 40-50 oranında daha az olur. Omega-6 yağ asitleri endüstriyel bitkisel yağlarla (özellikle de soya yağı ile) vücuda alınmaktadır. Hayvanlar üzerinde yapılan kanola yağı deneylerinde doymuş yağların omega-3’lerin zararlı etkilerini hafiflettikleri görülmüştü. (Editörün notu: omega-3 yağ asitleri vücudumuz için çok gerekli ama, kanola elde edilirken oksidasyona uğruyor).
1995 yılında Wall Street Journal dergisindeki bir makalede, pişirmede kolza yağı kullanan ve bu yağın dumanını soluyan kadınlarda akciğer kanserinin daha fazla görüldüğü belirtiliyordu (22). Bir kez daha, bu durumu beslenmede yeteri kadar doymuş yağ bulunmayışına bağlayabiliriz çünkü akciğerler yeteri kadar doymuş yağ olmadan çalışamazlar (23). Hindistan’da kolza yağı binlerce yıldır kızartma yağı olarak kullanılıyor fakat son senelerde Hintli kadınlar doymuş yağ bakımından zengin tereyağından ve sadeyağdan uzak durmaları gerektiğine inandırıldılar. Çoğu Hintli kadın şu anda yemeklerinde, hidrojenize soya yağından üretilen bir çeşit sadeyağ taklidi kullanıyor.
Endüstriyel işlemler
Kolza çok eskiden beri yağ kaynağı olarak kullanılmaktadır; çünkü yağını çıkarmak çok kolaydır. Çin ve Hindistan’da tohumlar düşük sıcaklıkta binlerce küçük taşın altında ezilerek yağları çıkarılırdı. Bu taze yağ hemen tüketiciye satılırdı.
Modern yağ işleme biçimi bundan tamamen farklıdır. Çok yüksek sıcaklıkta mekanik baskı ve çözücülerin etkisi ile yağ çıkarılır. Yağ çok iyi rafine edilse bile içinde bir miktar çözücü (genellikle heksan) kalabilir. Tüm modern bitkisel yağlar gibi, kanola yağı da kostik rafinizasyon, beyazlatma, zamklama işlemlerinden geçer. Bu işlemlerin hepsi yüksek sıcaklıkta ve güvenilirliği şüpheli kimyasallarla gerçekleştirilir. Omega-3 yağ asitleri yüksek sıcaklıkta işlem gördüğünde veya oksijen ile temas ettiğinde kolaylıkla bozulabilir. Bu yüzden deodorize edilmesi gerekir. Standart deodorizasyon işlemi ise, omega-3 yağ asitlerinin büyük bir kısmını yakarak onları trans yağ asidi haline getirir. Kanada hükümeti kanola yağındaki trans yağ asidi miktarını yüzde 0,2 gibi minimal bir oranda gösterse de, Gainesville’deki Florida Üniversitesi ticari kanola yağında yüzde 4,6 oranında trans yağ bulmuştur (24). Tüketicinin ise kanola yağının içindeki trans yağlardan hiç haberi yok; çünkü etikette yazılı değil.
Endüstriyel gıdalarda kullanılan kanola yağının büyük kısmı hidrojenizasyon yoluyla sertleştirilmiştir. Bu da nihai üründe yaklaşık yüzde 40 oranında trans yağ bulunmasına sebep olur (25). Aslında kanola yağı soya yağı veya mısır yağından daha kolay hidrojenize olur çünkü modern yöntemlerle kanolada bolca bulunan omega-3 yağ asitleri daha kolay sertleştirilebilmektedir. Daha yüksek oranda “trans yağ” bulunması demek, nihai ürünün raf ömrünün daha uzun olması, kurabiye ve çerezlerin daha gevrek olması ve tüketicinin kronik hastalıklar bakımından daha büyük tehlikede olması demektir (26).

Tekli doymamış yağ efsanesi
Kanola yağının Amerika’da bu kadar satılıyor olması, geleneksel yiyeceklerimiz yerine bunların yapay taklitlerini yerleştirmeye çalışan gıda endüstrisinin en büyük zaferlerinden biri. Çoklu doymamış soya yağı ve mısır yağını savunmanın daha fazla mümkün olmadığı bir zamanda kanola yağı imdada yetişti. Bilim adamları kanola yağını kolayca savunabiliyorlardı çünkü doymuş yağ bakımından fakir, tekli doymamış yağ ve omega-3 bakımından zengin, “kalbimizle dost” bir yağ idi.
Fakat kanoladaki omega-3’lerin büyük kısmı deodorizasyon işlemi sonucu trans yağlara dönüşmektedir ve yapılan araştırmalar doymuş yağların sağlığımız için elzem ve koruyucu olduğunu göstermektedir.
En azından kanola yağının tekli doymamış yağ içerdiği – zeytinyağı gibi- ve bu yüzden zararlı olmadığı söylenebilir… Gerçekten söylenebilir mi? Tekli doymamış yağlar makul miktarlarda alındığında geleneksel diyetlerde zararlı değildir. Peki ya sadece tekli doymamış yağ içeren modern diyetlerde? Tek yağ kaynağı olarak ve aşırı miktarda tekli doymamış yağ tüketenlerde bazı sorunlar görülebileceğine dair kanıtlar var. Çok aşırı miktarda oleik asit (zeytinyağı ve kanola yağında bulunan tekli doymamış yağ) hücre düzeyinde dengesizliklere sebep olabilir. Prostaglandin üretimine engel olabilir (27). Bir çalışmada ise, yüksek miktarda tekli doymamış yağ tüketiminin meme kanseri riskini artırdığı görüldü (28). (Editörün notu: ninelerimiz sıcak yemekleri hayvani doymuş yağlarla, soğuk yemekleri ve salataları zeytinyağı ile yapmışlar. Yani işin doğrusunu yapmışlar! Evet zeytinyağı çok iyidir ama, tek yağ olarak kullanılmamalıdır.)
Tekli doymamış yağ asitlerinin kalbimiz için iyi olduğu doğması bile risk altında. 1998 yılında yapılan bir araştırmaya göre, tekli doymamış yağ içeren diyet ile beslenen farelerde doymuş yağ içeren diyet ile beslenenlere oranla ateroskleroz riski daha yüksek idi (29). Hatta, tekli doymamış yağ ile beslenen fareler çoklu doymamış yağ ile beslenenlere oranla kalp hastalığı görülme eğilimi daha fazla idi.
Bu da demek oluyor ki, Omega Diyeti benzeri kitapların tavsiye ettiği gibi, sadece tekli doymamış yağ ile beslenmek, doymuş yağları beslenmeden çıkarmak ve yüksek miktarda omega-3 almak insanı kalp hastalıklarına yaklaştırabilir. Bu tür beslenme biçimleri büyük pazarlama kampanyaları ile kafalarımıza kazındı. Oysa bunların tam olarak ne olduğunu iyi anlamak lazım: Gıda şirketleri için büyük kâr!
Sally Fallon ve Prof. Dr. Mary G. Enig
http://www.westonaprice.org/knowyourfats/conola.html

Koyungözü otu, Gânseblümchen, Bellis perennis
Koyun gözü

Çayır Papatyası
Kaz çiçeği
Yar otu
Deri otu
Familyası: Bileşikgillerden, Korbblütengewâchse, Astersceae
Drugları: Koyungözü çiçeği; Bellidis flos Koyungözü otu; Bellidis herba Koyungözü kökü; Bellidis radix
Koyungözünün genellikle otu yani yaprak, çiçek ve sapı çay ve natürel ilaç yapımında otu ve kökü ise natürel ilaç yapımında kullanılır.
Giriş: Koyungözünün dünyada 10’a yakın türü vardır ve bunlardan sadece Bellis perennis şifa maksadı ile kullanılır. Avrupa’da eskiden beri çok farklı rahatsızlıklara karşı kullanılan bitki Türkiye’de pek bilinmemektedir. Oysa Türkiye’nin hemen her yöresinde yetişen bir bitkidir.
Botanik: Koyungözü gövdesiz bir bitkidir. Yani yaprakları direkt kökten çıkar ve rozet oluştururlar. Yaprakları ters yumurta şeklinde, kenarları seyrek kertikli, koyu yeşil renkli ve üzeri hafif tüylüdür. Çiçekleri 10-25 cm uzunluğundaki bir sap üzerinde 10-30 mm çapında orta göbekte boru şeklindeki sarı yapraklar, kenarlarında 2-3 sıra dil şeklinde, beyaz nadiren pembe veya kırmızı renkte 25-30 adet taç yapraktan meydana gelir.
Yetiştirilmesi: Tohumları Şubat ve Nisan’da saksı ve seralara ekilerek ve Nisan Mayıs aylarında ise fideleri çimenlik, çayırlık, bahçe veya tarlalara ekilir. Çimenlik, çayırlık, sulu mera ve yol kenarlarında daha gür yetişir.
Hasat zamanı: Mart’tan Kasım’a kadar açan Koyungözü otunun yaprak, çiçek ve sapı toplanarak kurutulur ve kaldırılırlar. Şayet tentürü yapılacak ise kökleri de çıkarılarak yıkanır, temizlenir ve otu ile ince kıyılarak tentürü yapılır. Malesef şifalı bitkiler toplama, kurutma, paketleme ve depolama işlemleri sırasında çok yanlışlar yapılmaktadır. Bitkinin şifalı kısmı yaprak veya çiçekleri ise asla Güneş altında kurutulmaz ve mutlaka gölgede kurutulmalıdır. Ayrıca örneğin bitki 5 günde kurudu ise, 2 gün daha kurumada bırakmak mahzurludur, çünkü birleşimindeki eterik yağları kaybettiğinden kalitesi düşer. Sadece bitki kökleri Güneş’te kurutulur ve kurur kurumaz hemen paketlenip depolanması gerekir. Şifalı bitkilerin Aktarlar’da açıkta satılması kalitesini kısa sürede düşürür ve etkisini oldukca azaltır.
Birleşimi: Birleşimindeki maddeleri önemine göre şöyle sıralayabiliriz;
a) Otunda %2,5-3 arasında Saponinler, kökünde %3-4 arasında bulunur. Saponinlerin en önemlisi; Polygalaasidi ve bayogenindir. Şayet Saponinler alkalik bir ortamda çözülür ise Polygalaasidin bir yığın alt türevi ortaya çıkar.
b) Organik asitler; Malikasit, Oksalikasit ve Asetikasit
c) Zamk, Acı madde, Tanin, Flavonitler, Musilaj ve Eterik yağ içerir.
Tesir şekli: Göğsü yumuşatıcı, balgam söktürücü, kan temizleyici, iltihapları önleyici, idrar artırıcı, hafif müshil etkili ve hafif ağrı dindirici özelliklere sahiptir.
Araştırmalar:
1) Koyungözü ot ve kökünden elde edilen tentürle MEZGER, ALLEN, STEVENSON, VOISIN ve NASH gibi ilim adamları araştırmalar ve deneyler yapmışlar ve de birçok özelliğinin Altın çiçeğe benzediğini tespit etmişlerdir. Fakat modern klinik araştırmaları henüz yapılmamıştır. Koyungözü ezilme, burkulma, morarma, yırtılma ve gerilme gibi kes, band ve lif rahatsızlıklarında etkilidir. (LBH.II.824)
2) Altın çiçeğin narin kişilerde daha etkili olduğu, Koyungözünün ise kuvvetli kas yapısına sahip olan bahçıvan, inşaat işçisi veya dövüş sporları yapan kişiler için daha ideal olduğunu bizzat N.Bayrak tespit etmiştir. (Nhp.5-96.716)
Kullanılması:
a) Homeopati’de; Koyungözü tentürü ezilme, burkulma, yaralanma, sıkışma, morarma, kas tutukluğu, dayak yemiş gibi hissetme, kronik apandisit, çıban, kanlı çıban, akne, cerahatli yaralar ve kanamalara karşı kullanlılır.
b) Halk arasında Koyungözü otu başta; öksürük, bronşit, balgam, romatizma, nitris, deri hastalıkları, karaciğer, böbrek, mesane, ağız ve boğaz rahatsızlıklarına ve de kan temizleyici olarak kullanılır. Tentürü ise ezilme, morarma, burkulma, kaslardaki gerilmeye ve incinmeye karşı kullanılır. Koyungözü otu haricen ezilme, burkulma, morarma ve yaralanmalara karşı kompresi, lapası veya merhemi kullanılır.
Çayı:  İki kahve kaşığı demliğe konur ve üzerine 300-500 ml kaynar su ilave edilir. 5-10 dk bekledikten sonra süzülerek içilir.
Çay Harmanları;
Ekzema çayı;
>20 gr Menekşe otu
>20 gr Meşe kabuğu
>20 gr Koyungözü otu
>20 gr K.hindiba otu+kökü
>20 gr Isırgan otu
Öksürük çayı;
>20 gr Koyungözü otu
>20 gr Öksürük otu
>20 gr Çuha çiçeği
>20 gr Kekik otu
>20 gr Sinirli ot
Nezle çayı;
>20 gr Koyungözü otu
>20 gr Öksürük otu
>20 gr Kekik otu
>20 gr Sinirli ot
>20 gr Ardıç kozalağı
Ezilme çayı;
>30 gr Arnika çiçeği
>30 gr Koyungözü otu
>30 gr Hama melis
>10 gr Civanperçemi otu
Kan temizleyici çay;
>20 gr Isırgan otu
>20 gr K.hindiba otu+kökü
>20 gr Koyungözü otu
>20 gr Huş yaprağı
>20 gr Ardıç kozalağı
Deri hastalıkları çayı;
>30 gr Koyungözü otu
>30 gr Menekşe otu
>30 gr Hama melis
>10 gr Civanperçemi otu
Merhemi:25 gr Papatya çiçeği, 25 gr Koyungözü otu, 25 gr Sefa çiçek, 25 gr Kipriotu ve 25 gr Kılıçotu karışımı. 500 gr Parafin ve Vazelin eritildikten sonra içine bu çay karışımı ilave edilir ve 24 saat buzdolabında bekletilir ve sonra hafif eritilerek süzülür ve de merhemi elde edilir. Sade olarak ta merhemi de yapılabilir.
Homeopati’de: Koyungözü otu ve kökünden 50 gr yıkanır ince kıyılır ve bir şişeye konarak üzerine %70’lik 50 ml Alkol (Etanol) ilave edilerek 4-6 hafta güneş ışınlarından uzakta muhafaza edilir ve bu süre sonunda süzülerek Homeopati’de < > adı ile anılan tentür elde edilir. Bu tentürden 4-8 hafta süreyle 15-20 damla alınır.
Hastalığın belirtisi (semptom):
1) Ağır bir bedeni işten sonra dayak yemiş gibi yorgunluk ve halsizlik, kanın başa hücum etmesi
2) Buna bağlı olarak baş ağrısı ve baş dönmesi
3) Akciğer, mesane ve rahim kanaması
4) Kasların ezilmesi, kanaması vb. rahatsızlıklarda Koyungözü tentürü veya merhemi kullanılması gerekir
Yan tesiri: Bilinen bir yan tesiri yoktur.

ivythemes

{facebook#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {twitter#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {google-plus#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {pinterest#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {youtube#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {instagram#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget