1.11.2012 - 1.12.2012

Firuzenin şifalı elleri inanç tedavisi
Ülkemizde tıbbi otoritelerin hazır bulunmadığı tedavi vakalarına bir çoğumuz şahit bulunmaktayız. Hatta bunların televizyonda program olacak kadar dikkat çekici ve hayret verici olanları dahi vardır.

Ülkemizdekiler kadar hayret verici olmasalar bile, Batı toplumları içinde de aynı tedavi yöntemlerini uygulayanlar bulunur.

Tabiatı maddî bir gözle araştırmaya alışmış Batı toplumu bu türlü hadiselere de aynı gözle bakıyor. Aşağıdaki yazı bu tür vak'aların gerçekliğini ortaya koyduğu ve üzerinde yapılan araştırmaları anlattığı için bir hayli ilgi çekicidir.

ABD'de kendilerine "inanç şifacısı" denilen bazı insanlar sadece ellerini hastalar üzerine koyarak onların çeşitli rahatsızlıklardan kurtulmalarını sağlıyorlar. Bunlar yalnız insanların değil, mikroskobik hayvanların ve bitkilerin de şifa bulmasına vesile oluyorlar. Hatta bunlardan bazılarının maddeler üzerinde birtakım fizikî değişiklikler meydana getirdikleri de tesbit edilmiştir. Daha ne olduğu anlaşılamayan bu garip gücün araştırılmasına ilim çevrelerinin çoğu karşı çıkıyor ve ilmî metotlarla araştırılan bu gücün, bilinen fizik kanunları ile idare edilmeyen bir güç olarak ortaya çıkmasından korkuyor.

Bilim çevrelerinden bir kısmı ise araştırmaya devam ediyor. Bu "inanç şifacılarından" biri olan O. Warrel ile değişik araştırma grupları ile tecrübeler yapıldı. Birinci grup insan fizyolojisi üzerindeki etkilerini inceledi. Üzerinde tecrübe yapılan kimseler kronik ağrı çeken hastalar idi. Gönüllülerden bazılarına Warrel ellerini koyduğunda büyük te'siri oldu; hatta bir tanesi trans haline geçti. Ağrı gidermek için dört ameliyat geçiren bir diğeri ise bir hafta süren tecrübeden sonra hiç ağrı çekmedi. Bir diğeri ise, üçüncü günden sonra ağrılarından kurtuldu.

Diğer grup tecrübeci ise, Warrel'in mikroskobik canlılar üzerindeki tesirini inceledi. Fenol ile zehirlenen "Salmonella Typhi murium" bakterilerinin bulunduğu tüpleri elleri ile tutarak "tedavi" uyguladı. Diğerlerinde tamamiyle ölümler olurken, onun tuttuğu tüplerde bakterilerin % 7 si yaşıyordu. Başka tecrübelerde bakteri miktarını ölçmek üzere spectrofotometre kullanıldı ve Warrel'in "tedavi" sinin, yüksek dozda tetracylinde az olmak üzere, te'sirli olduğu ortaya çıktı.

Başka bir "inanç şifacısı" olan O. Estebany iyot eksikliğinden meydana gelen guatrı "tedavi" etmekte uzman olduğunu iddia ediyor. Araştırmacı Grad fareler üzerinde bir dizi tecrübe tertip etti. Fareleri düşük iyotlu gıda ve iyot birikimini engelleyen ilaç kürüne tabi tuttu. Estebany bunlardan bir kısmını kafesleri üzerinden "tedavi"ye tabi tuttu. Diğer grup "tedavi" görmediler. Bir diğer grubun ise Estebany'nin vücut ısısının etkisini yok etmek için kafesleri ısıtırdı. 6 haftalık tecrübelerde Estebany'nin farelerinin tricid bezi büyümesi diğerlerine nazaran çok yavaştı.

Grad bu sefer, farelerin sırtından eşit büyüklükte deri parçaları kesti ve onları üç gruba ayırdı. Birincisi hiç "tedavi" görmedi. İkincisini Estebany "tedavi" etti. Üçüncüsünü ise bu işe şüphe ile bakan tıp öğrencileri ellerini koyarak "tedavi" etti. Alınan neticeler çok şaşırtıcı idi. Estebany'nin grubu en hızlı iyileşti. Asıl şaşırtıcı sonuç şuydu: Şüpheci öğrencilerin grubu en geç iyileşmişlerdi. Böylece bu "tedavi" yönteminin müsbet veya menfi netice verdiği ortaya çıktı.

Grad bu defa bitkileri denedi. Bir saksıya arpa tohumları koydu. Üzerine tuzlu su döktü sonra fırında ısıtıp onları "hasta" etti. Ancak yaşamalarına yetecek musluk suyu verdi. Estebany'nin "tedavi" ettiği arpalar diğerlerine nazaran daha uzun ve gür yeşerdi. Hatta tuzlu su daha önce Estebany tarafından tutulmuşsa daha az zarar veriyordu. Böylece "inanç şifacıları"nın maddelerde birtakım değişiklikler yaptıkları ortaya çıktı.

Grad Estebany'nin tuttuğu % 1'lik maden tuzu çözeltisinin kızıl ötesi ışığın % 68'ünü geçirdiğini gördü. Halbuki normal çözelti kızılötesi ışığın % 80'ini geçirir. Diğer bilim adamlarının incelemelerinde ise O. Warrell'in tuttuğu suyun yüzey geriliminde % 15- % 20 azalma olduğunu tesbit etti. Başka deneyde ise Warrell tarafından tutulan suda hidrojen bağları sayısında % 3 azalma tesbit edildi. Diğer bir deneyde ise tripsin enzimine etkisinin güçlü bir mıknatıs tesiri ile benzer olduğu görüldü; fakat elleri arasına yerleştirilen Gauss Metre, hiç bir manyetik alan tesbit edemedi.

Tabiiki bu usulle tedaviye karşı çıkanlar da bulunuyor ve işin daha garibi de bu karşı çıkmanın ilim çevrelerinde olmasıdır. Şüpheciler bu türlü "tedavileri" akılları sıra şöyle açıklıyorlar: "Tecrübe materyalleri yetersiz ve saçmadır.", "Teşhisler yanlıştır.", "Hasta şifa buldum hissine kapılır. "Zaten hastaların çoğu grip nezle gibi kendi kendine geçen hastalıklara sahiptir; dolayısı ile "inanç şifacıları "Hastaların çoğunu hiç birşey yapmasalar da iyileştirebilirler."; "Birşey hileli yapılıyorsa niye olağanüstü olsun."; "Bir şeyin garip olması onu gerçek yapmaz."

Bütün bunlara rağmen araştırmalar sürüyor. Araştırmacılar, inanç tedavicilerinden D. Kraft'ın "tedavisinin kanser için bir engel" olduğunu söylüyor. Araştırmacı Kraft'ın ellerini içinde deneylerde kullanılan standard Hela hücresi bulunan şişelerin üzerine koydurduğu zaman bu şişelerdeki hücrelerin ölümlerinde büyük bir artış gördü ve ölen hücrelerden bazıları sanki patlamışcasına tahrib olmuştu.

Araştırıcılar tedavicilerin gücü ile manyetik ve elektrik alan arasında bir münasebet bulmaya çalışıyorlar. Bunlara göre bu güç şimdi bilinen elektromanyetik spektrumun dışında ve hiç bilinmeyen bir başka spektrumda bulunabilir. Başka bir fikre göre "tedaviyi" açıklamak madde içinde saklı enerjiyi anlayabilmeye bağlı. Bunlar metafizik kanunları ile idare edilme fikrinden rahatsızlar.

Başka bir kısım ilim adamları ise, olayın, elektrik bir olay olduğunu ileri sürüyor ve eğer elektrik veya benzeri bir akım varsa ''tedavi'' gerçekleşebilir diyorlar. Bu grup, tıpta elektriği tedavi aracı olarak kullanmış ve başarılı olmuştu. Bundan 50 yıl kadar önce bulunan tohumlardan insanlara kadar canlı organizmalarda bulunan elektrik akımı, insan beyninde glial hücrelerinden doğru akım olarak akıp gider. "'Tedavici"lerin bu akımın te'sir etmesi mümkün mü? Bunun lehinde ve aleyhinde delil yoktur. Fakat beyindeki akım ile "tedavi enerjisi" arasında bir benzerlik bulundu.. İnsan vücudunun etrafında vücudunda dolaşan akımdan ötürü bir manyetik alan olduğu ortaya kondu ve bir başka manyetik alanın bu akımı durduracağı ve insanı anestezi durumuna geçireceği bulundu. Hipnotizma ve akupunktur da akımı değiştiriyordu. "Tedaviciler" de hastalarını tedavinin iyi olduğuna inandırıp onların vücutlarının tedavi için gerekli elektrik değişimleri sağlayabilirlerdi.

Bütün bu münakaşaların yanısıra bazı doktorlar "tedaviciler"le işbirliği yapıyor bazı hastalarını bunlara gönderiyor. Hatta bazıları kendilerinde böyle bir güç olmadığı halde, ellerini hastalarının üzerine koyuyor ve onlara güven verici ve sevgi dolu sözler söylüyorlar.

Bu araştırmalar bilmediklerimizin çokluğunu gösteriyor ve bazı şeyleri hemen inkar edivermenin veya reddetmenin gereksiz bir işgüzarlık olduğuna dikkat çekiyorlar. Ayrıca meselelere tek taraflı bir şekilde yaklaşmanın bizi bir takım yanlış yollara veya geç anlamalara saptırdığını da söyliyerek, nazarlarımızı ilmî gerçeklere tercih etmeye çalışıyorlar.


Science Digest'ten

Bazı ağaçlardan iyi odun-kereste elde edilir. Bazıları yediğimiz meyveleri bize takdim eder, diğer bazıları kauçuk elde ettiğimiz süt hülasası verirler. Bazılarından da reçine elde ederiz. Mümkün olduğu kadar çok faydalı hususiyeti üzerinde toplayan bir ağaç arandığında, "harika bir ağaç"ın bulunduğunu şimdi söyleyebiliriz. İngilizce ismi "Neem" olan bu ağaç çoktandır insanlar tarafından biliniyordu. Ancak yakınlarda üzerinde yoğun ilmî çalışmalar yapılarak enteresan bir araştırma sahası oldu
Ağaç normalde 15-20 metre boyundadır nadiren iklim koşulları ile 35-40 metreye ulaşabilmetedir.
Zeytine benzeyen bir meyve vermektedir.
Botanikçilerin Azadirachta indica (Meliacaac) familyasından dedikleri Nim ağacı Bir ma'dan gelmiştir. Fakat Hindistan ve Batı Afrika'da çok daha yaygındır. 1968 yılında FAO (Uluslararası gıda teşkilâtı) uzmanları Nijerya'da-ki araştırmaların da Nim ağacının çorak ve çok kötü zeminde yetişebildiğini buldular. Öyle ki başka hiçbirşey yetişmeyen yerde bile ekilebilmekteydi. Fakat birşey daha vardı. Birkaç yıl içinde toprağı öyle ıslâh ediyor ki artık orada da ziraat yapılabiliyor. Muazzam dallanmış kökleriyle topraktaki gıda tuzlarının en son kırıklarını dahi topluyor ve onları yapraklarında değerli bir hale getiriyor; belli bir zaman sonra yapraklar toprağa düşüyorlar ve ona lüzumlu maddeleri, hepsinden önce azotlu bileşikleri bu sefer konsantre bir şekilde geri veriyorlar.
 
Fakat bu, onun birçok faydasından sadece birisidir. Ayrıca Nim ağaçlarının çevresinde zararlı haşaratın bulunmadığı da göze çarptı. İstenmeyen böcekleri komşu yerleşim sahalarından uzaklaştın yordu. İnsanların çok hoşuna giden bu tesirin neden ileri geldiği, araştırmalarla ancak kısmen cevaplandırılabildi.: Çekirdeklerinde böcekleri uzaklaştıran bir madde birikiyordu. "Thioremon" denen bu maddenin, yapılan tecrübelerde çok tesirli, zehirsiz bir zararlılarla mücadele maddesi olduğu tespit edildi. Çekirdeklerde ve yapraklarda başka kimyevî bir bileşik de teşekkül ediyordu: "Azadirachtin". Bu madde çeşitli böcek türlerinde gıda alımını ve gelişmeyi engeller. Çok şiddetli yağmur bile onun tesirini önleyemez. İlâveten "Azdirachtin" de zehirli değildir ve Nim ağacı çekirdeklerinden elde edilen hülasanın günün birinde geri kalmış ülkelerde kimyevî olarak elde edilen DDT'ye benzer şekilde kullanılabileceği düşünülebilir.

Aktif: Birçok bileşenleri terpen : diterpenler (türevleri abietane ) ve elli tetranortriterpenoides : azadirachtin , nimbólido , nimbidínico asit , azadirona , nimbin , vb El más interesante, la azadirachtina se comporta como un antinutriente para los insectos . En ilginci azadirachtina için bir antinutrient gibi davranır..
  • Bu ağacın yaprakları meyveleri ve kabuğu kullanılır.
  • Sedefte kullanımı: Neem yaprakları çekirdeği ekstresi, kaşıntı ve ağrıyı azaltır.
  • Şeker hastalığında kullanımı:Neem ağacı özünde insülin vardır % 30 ve % 50 arasında insülin gereksinimini azaltır.
  • Aids önlenmesi için in vitro test sonuçları bildirilmiştir.
  • Amerikada yapılanbağımsız araştırmalarda meyvelerinin hepatite harşı oldukça etkili olduğu gözlemlenmiştir.
  • Neem yağı gastrik ve duodenal lezyonların iyileşmesini hızlandırır ve yara yanık tedavisinde yoğun olarak kullanılan bir bitkidir.
  • Neem yağı seboratit ve otopic dermatitde tedavi amaçlı kullanılabilir
  • HİNDİSTAN'da halk neem ağacını “köy eczanesi” olarak adlandırırlar. Asırlar boyunca bu ülkede yaşayan insanlar neem ağacını acı, ateş ve enfeksiyonlara karşı bir çözüm yolu olarak kullandılar.
Neem yağı özellikle saç kıranda kesin sonuç vermiştir ve saç dökülmesinde kullanılacak en özel yağlardan biridir. Hindistanda yaklaşık 2000 yıldır kullanılan ağaç ülkemizde pek tanınmamaktadır. Sadece sızıntı dergisinin 1982 yılı nisan ayına ait sayısında ele alınmış ve bu mucize ağaç uzun yılllar ne olduğu bilinmeden kalmıştır.

Ben Kalbinizim
Dr. Polat HAS 



Çok çalıştığınız zaman bir çarpıntı hissedersiniz, işte onu ben yaparım. Ben bir tulumbayım. Dakikada 70 defa atar; iki atış arasında yarım saniye dinlenirim. Acaba hanginiz bütün gün bu kadar az dinlenmeyle çalışabilir.?Ben yaşadığım müddetçe ait olduğum kişinin vücudunu 15.000.kilometrelik bir yüksekliğe çıkaracak bir tulumbayım, yani çok verimli bir makineyim. Ben öyle bir kanal sistemine kan gönderirim ki, uzunluğu 200 bin kilometredir. 2 pompam vardır, bunlardan biri kanı ciğerlere, öteki de bütün vücuda gönderir. Ben günlük randımanımla 150.000 litrelik bir tankeri doldurabilirim. Çalıştığım zaman akciğerlerden gelen yeni oksijenlenmiş kanı, organ ve dokulara gönderirim. Bunu sol yarımla yaparım. Sağ yarım da vücuttan gelen, oksijenlenecek kanı akciğere gönderir. Benden yay şeklinde bir atardamar çıkar, bu vücudun en büyük atardamar olan aorttur. Aort kesilirse kan 2 metre yüksekliğe fışkırır. Bu benim gücümü gösteren basit bir misaldir.

Benden çıkan atardamarlar dokuların derinliğinde yer alır. Böylece yaralanma tehlikesinden korunurlar. Diğer bir tertibat da damarların kalın çeperli adalelerden yapılışıdır. Böylece bu damarlar hem sağlam olurlar, hem de kanı daha ileri atacak kapasiteye sahip olurlar. El bileğinde olduğu gibi atardamarların deriye yakın bulunduğu yerde benim atışlarımın bir yansıması vardır. Buna nabız diyorlar. Temiz kanın yüksek basınç (tazyik) altında akıtırım. Hâlbuki bu tazyik pis kanda düşer. Bundan dolayıtoplardamaı1arın iç yüzlerinde cep biçimli kapakçıklarla kanın geri akması önlenir.

Ben sahibimin sinirli ve sıkıntılı olmasını hiç mi, hiç istemem. Bu, damarlarda sertliğe sebep oluyor ve beni de yoruyor. İnançlı, tevekküllü insanlar daha az sinirli oluyorlar. Onlarda bulunmak bana avantaj sağlıyor. Benim yetersizliğim sıkıntıyla çok yakinen ilgilidir.

Her hafta 2 aspirin yutmanızı tavsiye ederim. Bunu genç iken alırsanız, damar sertliğiniz daha az oluyor. Ha şunu da söyleyeyim. Sakın margarin yemeyin ve sigara içmeyin. Bu, damar sertliğini artırıyor. Böylece bana kötülük ediyorsunuz. Size tavsiyem çiçek yağı yemenizdir. Ben öyle bir dağıtım şebekesiyim ki vücut içinde her yere ulaşırım. Beni Yaratan göğüs kafesine öyle güzel yerleştirmiş ki, dışardan gelecek yaralanmalara (darbelere karşı) çok güzel korunmuşum.

Ben sert bir adaleyle iki- bölüme ayrı1ırım. Bu sert adalenin bana çok faydası var. Eğer bu bölme olmasaydı, pis kanla, temiz kan birbirine karışacak; böylece dudaklar, burun ucu, kulaklar, yanaklar moraracak, sahibimde nefes darlığı olacaktır. Bu iki bölüm de bir bölümle ikiye ayrılır Yani bende dört bölme var. Üstteki odacıklara kulakçık, alttakilere karıncık diyorlar.

Kulakçıklardan karıncıklara açılan özel kapakçıklarım var. İyi ki, bunlar var. Bunlar, kanın geri dönmesini önler. Sağ kulakçıkla sağ karıncığı üç parçalı olan ve her parçası oynayabilen bir kapakçık birleştirir. Bu kapakçığa üçlü kapakçık denir. Sol kulakçığı sağ karıncığa bağlayan kapakçık ise iki parçalı olan ve her parçası oynayabilen ikili kapakçıktır.

Geceleyin kiminiz, uyumak üzereyken, benim vuruşlarımı dinlersiniz. Bu benim kapakçıklarımın açılıp kapanışıdır.

Benim bir elektrik jeneratörüm var. Bu benim sağ üst tarafımdadır. Sahibim ölünceye kadar buradan devamlı elektrik üretip makinemi çalıştırırım. Kanı gideceği yerlere gönderirim. Öyle ki, jeneratörümün bitmez tükenmez kaynağı düşünen bütün insanları metafizik âleme itmektedir.

Ben çok fedakâr bir organınızım. Gündüzün 75 defa atarken, gece 55e düşerim. Ama hiç istirahata çekilmem. Diğer organlar gibi istirahat etseydim sabaha uyanamazdınız.

Yumruk büyüklüğünde yarım kilodan az bir ağırlıkta iki pompayım. Her pompam günde 9100 litre; ömür boyunca 227.500.000 kan devrederim. Bu devamlı çalışmam ve mesuliyetimi düşünürseniz, çoğu ülkelerde ölüm sebebinin benden oluşu yüzünden beni suçlamazsınız. Ben bir yüz metre koşucusunun bacak kaslarından veya bir ağır sıklet boks şampiyonunun kol kaslarından iki kat daha sıkı çalışırım. Onlar benim tempomda çalışacak olsalar bir kaç dakika sonra çalışmalarını bitirmiş olurlar!

Hayat boyu 2.500.000.000 defa atarım. Size bu kadar hizmet ediyorum. Biraz da beni düşünün. Üzülüp de beni üzmeyin. Dale Carnegie “üzüntüyü Yen, Şen Olmaya Bak’’ kitabında üzüntüyü yenmeniz için günde yarım saat Yaratıcıyı düşünün der.

Hızlanmam gerekirse daha fazla çarpar ve her vuruşta daha fazla kan pompalarım. Çoğu makine, daha hızlı bir çalışmaya girdiğinde daha az başarılı olur. Demek ki, insanoğlu benim kadar mükemmel bir makineyi daha yapamamış. Ben bir defada attığım kan hacmini normalin iki katına çıkarabilirim. Çalışmamı da hızlandırarak bir dakikada attığım kanı 4,5 litreden 25 litreye çıkarabilirim. Kanımın geriye dönmesini engelliyen kapakçığından denizcilikte faydalanıyorlar. Denizlerde gemilerin yol almalarını sağlayan havuzlar da aynen tek yöne yönelme kaidesine göre yapılmıştır. Suyun geri tepmesini önlemek için kapaklar sıkı sıkıya kapanır. İşte her vuruşta devamlı zaman ayarını gerektiren bu çiftli çarpış benim durmadan “lup, lup” diye ses vermeme yol açar. Eğer bir kapakçığım zayıflar veya sızıntı yaparsa bozuk kapağımdan geçen kanın geri basması ve uğultusunu aynı şekilde devamlı olarak duyabilirsiniz. Ben, vücut ağırlığımın 1/200 yim, fakat kan miktarının 1/20 sine ihtiyaç duyarım. Yani vücudun diğer organlarına ve dokularına nisbetle yaklaşık olarak on misli kan fazla tüketirim. Ama bu benim hakkım, çünkü çok çalışıyorum. Bu fedakârlığıma rağmen sahibim bana iyi bakmıyor. Ben de ona-ihtar ediyorum. Zaman zaman bir iki dakika tutan, göğsünde ağrılar yapıyorum. Bu durumda üzerimde beni besleyen damarlarda daralma oluyor. Evet böyle davranmaktan maksadım, bunu hisseden sahibim ağır iş yapmasın; günde bir saatlik yürüyüş yapsın; ağır yemek ve margarin yemesin, sigara içmesin; üzüntülerini gidermek için çareler arasın diyedir.

Prof. Dr. Christian ve Prof. Dr. Brartigam, Psikosomatik Tıp kitabında, ruhi belirtilerin cemiyetin zengin kısımlarında yüksek olduğunu söylüyor. Şöyle ki; P.B. Sosyal sınıf: I, II, III, IV ve V Ruhi belirti: % 88, % 56, % 32 şeklinde bir karşılaştırma tablosu vermektedir.

Ruhi sıkıntıların engin ülkelerde yüksek olduğu söyleniyor. Bu sıkıntılar üzerimdeki damarları daraltarak göğüste ağrı yapıyor. 0 halde zenginlik de her şeyi halletmiyor. Bana fazla faydası olmuyor.

Sağ üst kısmımdan çıkan elektrik, beni kasar. Bu kasma bir havuzun yüzeyine yayılan halkalar gibi adaleme yayılır. Önce kulakçıklarım kasılır. Bu da kanı zorlayarak kapakçıklardan karıncıklara iter. Atış, bu atışı orta bölmeme götüren başka bir adale alanı ile yayılmaya devam eder. Atışı karıncık adalelerime ileten hususi adaleler vardır. Bunlara his demeti denir. Her iki odacığım, kanı akciğere ve ana atardamara pompalar.

Bu çalışmalarımın size çok faydası var. Bir kere ben çalışmasam, gıdalarınız vücuda dağılmayacak,. hücreleriniz gıdasız ve oksijensiz kalacak. İkincisi hücrenizde meydana gelen artıklarınızı böbrekle dışarı atar, karbondioksiti de akciğere götürür temizlerim.

Arabanızda sürati ayarlayan gaz ve fren pedalları var. Ben ise beyinden hususi merkezden gelen sinir tembihleriyle hızlanır ve Bu şekilde hızımı vücudun oksijen ihtiyacına göre ayarlarım. Benim frenimin ismi vagus siniridir.

Ben bana giren büyük toplardamarlara, aort denen büyük damara, akciğere giden damarlara tutunarak adeta asılmış durumdayım. Bu durumda tutunmak için, ilave adaleye ihtiyaç göstermem. Dolayısıyla azami tasarruf prensibine uyarak az enerji harcanmasını sağlarım.

Küçük çocuklarda ben nispeten biraz daha büyüğüm. Beni Yaratan, çocuğun daha fazla hayati faaliyeti (metabolizma) olduğunu bildiği için böyle ayarlamış. Ben her zaman azami tasarruf prensibine uyarım. Kanın kulakçıktan, karıncığa nispeten büyük delikler vasıtası ile geçirilmesi için fazla kuvvet harcamam. Böylece kulakçıktaki adalelerim incedir, yani daha az enerji harcarım. Sol karıncığımın vazifesi çok büyük. Vücudun her yerine kan gideceği için burada adale daha kalın. Sağ karıncık akciğere kan göndereceğim için yani kanın gideceği mesafe daha az olduğundan, azami tasarruf prensibine uyarak daha az kalınlıkta adale bulundurmuş oluyorum.

Karıncığım kasıldığında kısalır ve kapalı durumda olan kulakçık-karıncık arası kapağı kendine çeker. Böylece kulakçığımı daha hacimli yaparım. Neticede karıncık kasıldığında kendi boşluklarında bulunan kanın üzerine basma ve kulakçık boşlukları üzerine emme tesiri yaparlar. Bu durum kanın toplardamardan, kulakçığa akmasını kolaylaştırır. Hem emme, hem basma pompa gibi çalışan benim çeşitli boşluklarımın iç yapısı da kanın girmesi ve çıkmasının en kolay bir şekilde cereyan etmesini sağlayacak ve enerjinin boşa harcanmasını önleyecek bir şekilde ayarlanmıştır.

Benim şeklim de vazifeme uygun yaratılmıştır. Mesela sol karıncığım sağa nispeten daha uzun ve dardır. Ve şekil itibariyle silindire benzer. Boşluğumun bu şekli kanın kolay atılması için daha uygundur. Yuvarlak veya oval şekillerden boşalma yapmak daha zordur.

Aort damarında kan basıncı fazla olduğu için yaratan buradaki kapakları daha sağlam yapmış. Cidrımda kollagen ve elastiki lifler bulunur. Elastik lifler her taraftan boşluklarımın genişlemesine, cidarlarımın gerilmesi sırasında meydana gelen elastiki kuvvet ile- boşluklarımın tekrar küçülmesine yardım eder. Diğer taraftan durumu değiştirmek mecburiyetinde kalan kollagen liflerin eski durumlara dönmesine imkan sağlar. Bu durumda cidarımda bulunan lifler bile hususi olarak seçilmiştir.

Safra kesesi ve mesane gibi bölgelerdeki sıvıyı boşaltmakla vazifelendirilen organların cidar adalelerinde olduğu gibi; benim de, çeşitli adale tabakalarımda belli yönde uzanan huzmeler, diğer tabakalara sokuluyor ve yönlerini değiştiriyorlar. Benim gibi durmadan çalışan ve enerjinin boşuna sarf edilmemesi gereken bir organda bu durum en iyi şekilde ayarlanmış ve boşluğun içine sokulmuş trabecula cainea ve papiller adalelerinin kasılmaları sonucunda kalınlaşma ve boşluğu doldurmaları ile kanın boşaltılması bakımından ideal bir durum meydana gelmiş olmaktadır.

Üzerimde perikard denen bir örtü vardır. Kollagen ve elastik liflerden yapılmış sağlam dış tabakada kollagen lifler çeşitli yönlerde birbirini çaprazlayarak ve dalgalı olarak seyrederler. Kollagen lifleri bu durumu, benim fazla kan geçirmem icap ettiği anlarda, normal sınırlar içinde genişlememe imkan verir. Elastiki liflerde, ben küçüldüğüm zaman kollagen liflerin eski durumlarına dönmesini, perikardın da küçülmesini, cidarlarımla perikard arasında boş ince aralığın her zaman için aynı durumda kalmasını sağlar.

Akciğerlerin benim üzerime yaptıkları çekme kuvvetinin tesir-i perikard aracılığı ile yapıldığı için, bu aralığın normal genişlikte kalması çok önemlidir. Perikard benim normal genişlememe imkân vermekle birlikte fazla genişlememi önler. Perikard çıkarılırsa boşluklarım daha fazla genişleyebilir ve daha fazla kan alabilirler, fakat sonuçta daha az randıman alırım. Ben fazla genişlediğim taktirde kapakların birbirinden uzaklaşması ve kapanmamın tam olmaması tehlikesi de vardır. Demek ki benim yapılışımda da azami tasarruf prensibi var. Yani yapımın tesadüfen yapılmamış olduğunu anlatmak istiyorum.

Damarlar cansız maddeden yapılmış borular gibi, kanı yalnız belli yönlere sevk etmekle vazifelendirilmiş pasif oluşumlar olmayıp, aktif olarak dolaşım hadisesinde rol alır ve bana yardım ederler. Damarların bu yardımı olmadığı takdirde, yalnız benim çalışmamla dolaşım hadisesinin normal seyretmesi imkânsız olurdu. Damar hastalıkları sırasında, bozuklukların derecesine göre, benim çalışmamda da aksaklıklar olur ve bazen hatta vazifemi yapamayacak duruma gelirim. Kâinattaki canlılar arasında karşılıklı yardımlaşmanın bir benzeri de benimle damarlar arasında olan yardımlaşmada görülür.

Kanın belli bir yönde devamlı olarak ileriye akmasını sağlayan en önemli Amil basınç farkıdır. Bu farkı meydana getiren en önemli organ, aynı zamanda hem emme hem basma pompası gibi çalışan benim. Fakat damarların da bu bakımından çok önemli rolü vardır. Genişleme ve daralma kabiliyetlerim sayesinde, benden uzak olan vücut parçalarında ve diğer organlarda bile basınç farkının sağlanmasında damarlar bana yardım ederler.
Kaynak:sızıntı dergisi

Böbrekler
Dr. Yusuf DOĞANER

Böbrekler karın boşluğunda ve her iki böğür nahiyesinde bulunan iki taraflı organlardır. Uzunlukları 10–12 cm, genişlikleri 5–6 cm ve kalınlıkları 4 cm kadardır. Her bir böbreğin ağırlığı kişiden kişiye değişmek üzere 120–200 gr kadardır. Normal bir insan ağırlığını 75 kilo alırsak yaklaşık olarak %0,4 ü kadardırlar.

Organizmada oldukça önemli görevleri üstlenen böbreklerin yaptıkları işlerden bazıları şunlardır

1 — Kandan lüzumsuz maddeleri çıkarmak

2 — Vücudun iç kimyasal yapısını tanzim etmek

3 — Vücut içindeki su miktarını ayarlamak

4 — Kan basıncını temin etmek (Onkotik basınç)

5 — Kemik iliğini uyaracak kan hücreleri yapımına yardım etmek

6 — İç salgı bezi görevi yaparak tansiyonun ayarlanmasında görev almak

7 — Vücudun asit-baz dengesini düzenlemek ve bu suretle kan pH sını sabit tutmak.

Her bir böbrekte «nefron» denilen fizyolojik üniteler vardır. Bu ünitelerden her bir böbrekte 1000000 – 1250000 kadar bulunur. Her iki böbrekteki nefron sayısı 2 – 2,5 milyon kadardır. Her bir nefron glomerül yumağı ve böbrek tüplerinden oluşmuştur.

Glomerül yumağına giren atar damar burada 5–8 kola ayrılır. Bunların da her biri tekrar küçük kollara ayrılarak 20–40 kadar kılcal damar yumağı oluşur.

Her gün böbreğe gelen kan burada glomerül yumağında süzülür. Bir günde yaklaşık olarak 180 litre kan böbrekte filtre olur. Böbrek glomerüllerinden süzülen filtratta su, şeker, aminoasitler, sodyum, klorür, potasyum, kalsiyum ve bikarbonat vardır.

Glomerüllerden süzülen bu filtratın proksimal tüplere gelmesi ile buradan vücuda geri emilim olayı başlar. Bu geri emilimde şeker, aminoasitlerin tamamı, suyun % 99 u, inorganik tuzlardan sodyum, klorür, potasyum, kalsiyum ve bikarbonatın ise dengeli ölçüde geri emilimleri olur. Ya emilim olmasa ne olur. İnsan şeker ve aminoasitsizlikten vücut düzeni bozulacak. Enerjisizlik, vücutta olacak şişliklerle hayatı riske girecek... İnorganik tuzların emilmemesi de kanın asit kesafetini bozacaktır.

Proksimal tüpten sonraki bölüm «Henle kulpu» bölümüdür. Burada ise idrarın koyulaştırılması işlemi olur. Vücut mayileri su fazlalığı ile veya iyonların değişimi sonucu dilüe olur (sulanırlar). Böylece idrar miktarı ve hacmi artar. Aksine vücut sıvılarında konsantrasyon artması gerekiyorsa bu defa süzülen bu filtrattaki su fazla miktarda geri emilir ve idrar miktarı azalır.

Henle kulpundan “distal tüp”lere geçen filtrat hipotoniktir (daha az yoğundur.) Distal tüpte işe hormonlar girer. Beyin hipofizinden salgılanan ADH (anti diuretik hormon) gerektiği anda az veya çok salınarak suyun az veya çok geri emilmesini ayarlar.

ADH ile ilgili bu hormonal dengeye kısaca göz atalım: Beyinde bütün iç salgı bezlerinin lideri durumunda bulunan hipotalamustaki alıcılar kandaki basınç değişikliklerine karşı son derece hassastırlar. Kanın osmotik basıncı arttığı, yani normalin üstüne çıktığı vakit impulslar nörohipofizi stimüle eder ( uyarır) ve kana ADH sevk edilir. ADH de böbrek tüplerinin duvarlarında geçirgenliği arttırıp suyun fazla miktarda geri emilimine etki eder, idrar miktarı azalır ve yoğunluğu artar. Aksine kandaki basıncın normalin altına inmesi halinde kana ADH verilmesi engellenir. Buna paralel olarak böbrek tüplerinin duvarlarının geçirgenliği azalır, suyun geri emilimi kısıtlanır ve idrar miktarı artar.

Böbreğin kan iyonlarını ayarlamada, kanın pH sını temin etmede sağladığı görevler ise ayrı bir yazı konusu olabilir.

 

Yara Tedavisinde Bal
Doç. Dr. M. Emin ÇELEBİ 

Bal; besin maddesi ve enerji kaynağı olmanın yanısıra bir sağlık iksiri ve çeşitli hastalıkların tedavisinde başvurulan şifa vesilesidir. Arılar vasıtasıyla üretilen bal, arı sütü ve polen; kimyevî ilaçlardan uzaklaşma eğiliminin arttığı günümüzde mühim bir ecza konumuna gelmiştir. Birçok hastalığın tedavisinde bal, polen, propolis, arı sütü ve arı zehri gibi mamuller kullanılmaktadır. Son yıllardaki araştırmalar, balın yara tedavisinde de oldukça tesirli olduğunu göstermiştir. Buna paralel olarak günümüzde 'apiterapi' adı verilen arı ürünleri ile tedavi metotları hızlı bir gelişme göstermiş ve apiterapi merkezleri kurulmuştur.

Yara tedavisinde bal kullanımı (M.Ö) 2.000 yılına kadar gitmekle birlikte, yirminci yüzyıla kadar balın yara tedavisindeki tesiri, ilmî delillerle açıklanmamıştır. Son çalışmalar, balın bakteri üremesini engellediğini ortaya koymuş ve bu da onun yara tedavisinde kullanımını yaygınlaştırmıştır.

Yaranın iyileşmesinde balın rolü Balın yara tedavisindeki tesiri; iltihabî ödemin azaltılması, yaranın temizlenmesi, ölü dokuların atılımının hızlandırılması, lokal olarak hücreye enerji sağlama ve yara üzerindeki protein tabakasını koruma şeklinde ortaya çıkar. Balın aynı zamanda yaralarda ortaya çıkan kokuyu giderme özelliği de vardır. Bu özellik, iltihap oluşturan bakterilerin yarayı bırakıp zengin bir glikoz kaynağı olan balı tercih etmesinden kaynaklanmaktadır. Bala hücum eden bakteriler, balın mikropları öldürücü özelliği sebebiyle bertaraf edilir.

Balın yüksek osmolarite (suyun, yarı geçirgen zarın iki tarafında, zardan geçemeyen maddelerin konsantrasyon farkı sebebiyle hareketi) ve asitlik derecesine, hidrojen peroksit (H2O2 = oksijenli su) ihtiva etmesine atfedilen antibakteriyel hususiyetleri vardır. Baldaki bu yüksek osmolarite lenf sıvısını çeker; bu sıvı içinde çözülmüş maddeler, yenilenen dokuları besleyici bir özelliğe sahiptir.

Yaraların temizlenmesinde mühim bir yeri olan H2O2 ve glikonik asit (balda bulunan başlıca asit), balda tabiî olarak bulunan glikoz oksidaz tarafından üretilir. Baldaki mühim antibakteriyel özelliğe sahip olan H2O2, zararsız bir şekilde düşük seviyelerde bulunur. Bir saat içinde biriken H2O2 konsantrasyonu, genelde antiseptik olarak kullanılan H2O2 solüsyonununkinin yaklaşık binde biri kadardır.

Pastörize edilmemiş saf ballar, yaklaşık % 40 glikoz, % 40 fruktoz ve % 20 su ve çok az miktarda aminoasit, B grubu vitaminleri, diastaz, invertaz, glikoz oksidaz ve katalaz gibi enzimler ile potasyum, demir, magnezyum, fosfor, bakır ve kalsiyum gibi mineraller ihtiva etmektedir. Mükemmel bir enerji kaynağı olarak yaratılan bal, ayrıca yaranın mikrop kapmaması için sıvı bir bariyer oluşturur ve ödemi düzenleyen nem çekici (higroskopik) bir tesire sahiptir.

Balda aynı zamanda H2O2 tarafından üretilen oksijen radikallerinden yara dokularını koruyan yüksek seviyede antioksidanlar da bulunmaktadır. H2O2'nin düşük seviyelerde bulunması, yeni damar oluşumu ve bağ dokusunun çoğalmasını uyarır. Bu yeni damar oluşumu da dokulara oksijen sağlamayı artırır. Yaralardaki sathî asitleşmenin yara iyileşmesini hızlandırdığı görülmüştür. Bundan dolayı sahip olduğu düşük pH (3,6 veya 3,7) balın antibakteriyel tesirini artırarak yara iyileşmesini hızlandırmaktadır.

 
Arılar, kendilerine ilham edilen yollarla, birçok değişik çiçekten faydalanarak bal üretmekle vazifelendirilmiştir. Kaynağına ve tâbi tutulduğu işleme bağlı olarak balın antimikrobiyal aktivitesi büyük değişiklikler arz eder. Balın terkibinde yer alan çiçek türlerine göre antibakteriyel tesir, yüz kata kadar farklılık gösterebilir. Belirli bölgelerde üretilen antibakteriyel aktivitesi yüksek ballar, iltihaplı yaraların tedavisinde kullanıldığında daha iyi neticeler elde edilmektedir.

Tıbbî tedavi ve bal tedavisi
Arıya, binlerce meyve ve çiçekten besin değeri yüksek maddeleri toplatarak, bal gibi şifa kaynağı bir gıdayı yaptıran Allah, onun içine insanların birçok derdine deva olacak iksiri de yerleştirmiştir. Fareler üzerinde yapılan bir çalışmada, temiz, açık yaralara pastörize edilmemiş bal veya serum fizyolojik (FTS) uygulandığında, yara oluşturulmasından 3, 6 ve 9 gün sonra çevreden merkeze doğru yaralarda küçülme olduğu gözlenmiştir. Bal kullanılan bütün vakalarda yaranın daha küçük, granulasyon dokusunun daha iyi olduğu, 6. ve 9. günlerde üst deri hücrelerinin arttığı görülmüştür. Kontrol grubuna göre yara iyileşmesinin daha hızlı olduğu ve yaralara uygulanan balın herhangi bir yan tesirinin olmadığı ispatlanmıştır.

Diğer bir çalışmada, bilinen metotlarla yarası iyileşmeyen 59 hastanın 58'inde tabiî bal kullanılarak uygulanılan tedavi ile iyileşme gerçekleştiği gözlenmiştir. Yaraların, bu hastaların 51'inde bakteri ile oluştuğu, 8'inde ise bakteri kaynaklı olmadığı görülmüştür. Bal ile tedavi başladıktan bir hafta sonra, yaraların steril olduğu (bakterilerden arındığı) belirlenmiştir. Bütün hastalarda ölü ve gangrenöz dokuların yara bölgesinin duvarından dereceli olarak ayrıldığı ve bir tutucu âlet ile çekilip uzaklaştırıldığında hastanın hiç ağrı duymadığı görülmüştür. Bal ile pansuman yapılan yaralarda bir hafta içerisinde yarayı çevreleyen ödemin ortadan kalktığı ve koku oluşumunun azaldığı görülmüştür. Ayrıca ölü dokuların hızlı bir şekilde granülasyon dokusu ile yenilendiği ve üst deri hücrelerinin arttığı ortaya çıkarılmıştır.

Bal, yanık yaralarının tedavisinde de başarı ile kullanılmıştır. İkinci derecede yanık bulunan 92 vakada yapılan bir çalışmada, bal emdirilmiş gazlı bez ile tedavi uygulanan yaraların poliüretan film ile tedavi edilen yaralardan daha erken iyileştiği ve yara enfeksiyonunun çok daha az olduğu tespit edilmiştir. Bal emdirilmiş gazlı bez, kovandan alınmış ve herhangi bir işleme tâbi tutulmamış balın içine daldırılmak suretiyle hazırlanmıştır. Bu hastalarda yaranın yaklaşık 11 günde iyileştiği gözlenmiştir. Kontrol grubunda ise nem geçiren, poliüretan pansuman uygulanmış ve yara iyileşmesi ortalama 15 günde gerçekleşmiştir.

İnsanlarda yanık yaraları üzerine yapılan benzer bir çalışmada, bal ile yapılan bir tedavi ile bir yara merhemi olan silversülfodiazin (SSD) karşılaştırılmıştır. Çalışma, bal tedavisi uygulanan hastalarda iyileşme nispetinin daha hızlı olduğunu göstermiştir. SSD ile tedavi uygulanan hastalarda yaralar 51–60 günde iyileştiği hâlde, bal tedavisi uygulanan hastalarda 31–40 günde iyileşme gerçekleşmiştir. Bal tedavisi uygulanan gruptaki 43 iltihaplı yaranın 39'u, 7 gün içinde steril hâle gelmiştir. SSD grubu ile karşılaştırıldığında bu sayının oldukça yüksek olduğu görülmüştür. SSD grubunda 7 gün içinde 41 hastanın sadece 3'ünde yaranın steril olduğu tespit edilmiştir. Neticede bal ile tedavide SSD grubuna göre daha az irritasyon (alerjik kaşıntı) oluştuğu ve daha az ağrı olduğu gözlenmiş; tedavi sürecini kısalttığından balın, deri yüzeyindeki yaraların tedavisinde daha tesirli olduğu belirlenmiştir.

Başka bir çalışmada da, yanık yaraları bulunan ve bal ile tedavi uygulanan 25 hastanın 21'inin 7 günde iyileştiği, SSD grubunda ise 25 hastanın 18'inin iyileştiği gözlenmiştir. Bal tedavisi uygulanan yaralarda, iz kalmadığı ve ödem bulunmadığı, SSD grubundaki hastalarda ise, yara izi kaldığı görülmüştür. Bal tedavisi uygulanan yanık dokularının histolojik muayenesinde SSD ile karşılaştırıldığında akut iltihabî değişikliklerde azalma, iltihap kontrolü ve erken onarım aktiviteleri gözlenmiştir. Yara tedavisinde işlenmemiş balın kullanılması tavsiye edilir. Bal uygulanmasından kaynaklanan herhangi bir yan tesir görülmemiştir.

Balın kolay uygulanabilir olması ve ilâç tedavisine göre maliyetinin düşük olması onu yara tedavisinde cazip hâle getirmektedir. Burada bir hususa dikkat çekmekte fayda var: Konunun uzmanı olmayan, hangi balın hangi tür yaralarda ve ne dozda uygulanacağını bilmeyen fertlerin bu tür uygulamaları kendi başlarına yapmaları tavsiye edilmez. Aksi takdirde arzu edilenin zıddı bir netice ortaya çıkabilir.

Kaynaklar
- Molan PC: The antibacterial activity of honey. I: The nature of the antibacterial activity. Bee World 73:15-28, 1992.
- Molan PC: The role of honey in the management of wounds. Journal of wound care. 8 (8):415-418, 1999.
- Cooper RA, Molan PC, Harding KG: Antibacterial activity of honey against strains of Staphylococcus Aureus from nfected wounds. Journal of Royal Society Med 92:283-285, 1999.
- Allen KL, Mola PC, Reid GM: A survey of antibacterial activity of some New Zeland honeys. Journal of Pharmocology 43:817-822, 1991.
- Molan PC: The antibacterial activity of honey. 2. Variation in the potency of the antibacterial activity. Bee World 73:59-76, 1992.
- Efem SEE: Clinical observations on the wound healing properties of honey. British Journal of Surgery 75:679-681, 1998.
- Çelimli N (2005): Kedi ve Köpeklerde Yara Sağaltımında Bal Kullanılması, Veteriner Cerrahi Dergisi, 11, 1-2-3-4, 10-14.
- Subrahmanyam M: Honey impegnated gauze versus polyurethane film (OpSite®) in the treatment of burns – A prospective randomized study. British Journal of Plastic Surgery 46:322-323, 1993.
- Mathews KA, Binnington AG (2002): Wound management using honey. Compendium continuing on education. 24 (1):53-60.
- Molan PC, Cooper RA (2000): Honey and sugar as a dressing for wounds and ulcers. Tropical Doctor 30:249-251.
- contraction effects and antibacterial properties of Tualang honey on full-thickness burn wounds in rats in comparison to hydrofibre. BMC Complement Altern Med. 2010 Sep 3;10:48.
kaynak:sizinti dergisi

Kesilsin’ denilen uzvu, bal ile tedavi ediyor
Malezyalı Prof. Dr. Kamaruddin Mohd Yusoff, balla kronik yaraları iyileştiren bir yöntem geliştirdi. Moleküler Biyoloji ve Genetik profesörü Yusoff, Kur’an-ı Kerim’de Nahl Suresi’ndeki ‘bal şifadır’ beyanından yola çıkarak bir çalışma yaptı.


Prof. Yusoff, Malaya Üniversitesi’nde kronik yara sebebiyle uzuvları kesilecek hastaları bal ile tedavi etti. Yusoff, “Balın biyokimyevî özelliklerini anlamak için bir araştırma yaptım. Hedefim, ayetteki mesajı ortaya çıkarmaktı. Bal, bugüne kadar yapılan bütün yara bakım ürünlerinden her yönüyle üstün. Bu balın biyokimyevî özelliğinden kaynaklanıyor.” diyor. Malaya Üniversitesi Tıp Merkezi’nde farklı sebeplerle ortaya çıkan kronik yaraya sahip 102 hasta üzerinde yaptığı çalışmayı şöyle anlatıyor: “Yara tedavisi 1 aydan başlayıp, 2 yıla kadar süren hastalar üzerinde çalıştık. Tuzlu su, ağızdan ve damardan verilen antibiyotikler, kimyasal maddeler ve en modern yöntemlerle tedavi edilmeye çalışıldı. Ancak ileri düzey enfeksiyon sebebiyle birçoğuna uzuvların kesilmesi önerildi. Çalışmada bal yaranın üzerini örtecek şekilde uygulandı. Yara gazlı bez veya pamukla kapatıldı. Yaranın büyük olduğu durumlarda iki kez bal takviye edildi. Bal uygulanan yaralar ertesi gün pansuman edildiğinde, sargıların kolayca alınabilmesi şaşırtıcıydı. Gazlı bez ve pamuk yaralı bölgeye yapışmıyordu. Bu tedavi için oldukça önemliydi. Çünkü yeni oluşan hücrelerin yıpranıp, yırtılması önleniyordu. Bal yarayı hızlıca sterilize edip mikroplardan arındırıyordu. Yaralar üçüncü haftada tamamen bakteriden arınmıştı. Kronik, yüksek derecede mikrop kapmış ve bilinen yöntemlerle tedavi edilemeyen yaraları, hayret verici bir hızla iyileştirdi. Bu çalışma bugüne kadar yapılmış ilk ve yüzde 100 başarılı en büyük bal çalışması olarak gerçekleştirildi.” Kamaruddin Mohd Yusoff, çalışmalarını bal familyası açısından zengin olan Türkiye’de Samsun Canik Başarı Üniversitesi’nde devam edecek.

ivythemes

{facebook#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {twitter#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {google-plus#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {pinterest#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {youtube#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {instagram#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget