1.06.2013 - 1.07.2013

çörek otu
Modern ilâç üretiminin olmadığı devirlerde, hastalıkların tedavisinde bitkilerin çeşitli kısımlarındaki müessir madde ayrıştırılmadan bütün olarak kullanılıyordu. Günümüzde ilâç, kozmetik ve gıda sektöründe bitki kaynaklı ürünler, saflaştırılarak ve her maddenin hususiyetleri bilinerek kullanılmakta ve hammaddesi bitki olan ürünlere talep sürekli artmaktadır. Dünya Sağlık Teşkilâtı'nın (WHO) tahminlerine göre dünya üzerinde 20.000'den fazla bitki türü tıbbî maksatlı kullanılmaktadır.1 

Tıbbî maksatla kullanılan bitkilerden biri olan çörek otu, Ranunculaceae (Düğün çiçekleri) familyasından Nigella sativa türüdür. Bitkinin kapsül içerisindeki tohumu, besin olarak kullanılır.2 Bitki, ismini tohumlarının siyah renginden almıştır. ‘Nigella’ kelimesi Lâtince siyahımsı mânâsına gelen ‘nigellus’dan türetilmiştir. Nigella sativa bitkisinin Türkçe karşılığı olarak çörek otu, ekilen çörek otu, kara çörek otu ve siyah kimyon isimleri kullanılmaktadır.2

Çörek otunun anavatanı Doğu Akdeniz ülkeleri, Doğu ve Güney Avrupa'dır. Çörek otu diğer ülkelere buradan yayılmıştır. Bu bitkinin ikinci vatanının Kuzey Afrika, Hindistan ve Türkiye olduğu söylenebilir. Bu bitki, Türkiye'de bilhassa Afyon, Burdur, Isparta, Kütahya ve Konya yörelerinde üretilmektedir.2

Çörek otu, 2.000 yılı aşkın süredir Orta Doğu ve Uzak Doğu ülkelerinde, birçok hastalığın tedavisinde kullanılan şifa vesilesi bir bitkidir. Bazı gıdalarda (ekmek, çörek, bisküvi) süs unsuru olarak kullanılan çörek otu, aromatik (kokulu) özellikleri dolayısıyla bazı gıdalarda da lezzet vesilesi olarak kullanılır. Çörek otunun tohum özsuyu ve yağının; böceklere, virüslere ve bakterilere karşı tesirli olduğu tespit edilmiştir. Bu bitkinin yağı, müshil ilâçlarında koku ve tat değiştirici olarak kullanılmaktadır. 3,4,5

Çörek otunun muhteviyatı
Çörek otunun terkibinin belirlenmesinde kullanılan kimyevî analiz usulleri çok çeşitli olduğundan, muhteviyatı konusunda çok net tespitler yoktur.6 Çörek otu tohumları, uçucu yağ (% 0,38-0,49), sabit yağ (% 30-40), protein (% 20-30), saponin, melantin, nigellin ve tanen ihtiva eder. Çörek otu tohumunun kimyevî muhteviyatı, bitkinin hasat mevsimine, çeşidine ve yetiştirildiği iklime göre farklılık arz eder. Kahire yakınlarında yetiştirilen çörek otu tohumlarından elde edilen uçucu yağın, 67 bileşik ihtiva ettiği ve bu bileşenlerin miktarca en önemlilerinin p-simen, timokinon, a-pinen ve ß-pinen olduğu belirlenmiştir.1 Bir araştırmada, çörek otu tohumlarında % 6,4 su, % 4 kül, % 32 yağ, % 20,2 ham protein, % 6,6 ham lif ve % 37,4 karbonhidrat bulunduğu; sabit yağın % 1,2 miristik, % 8,4 palmatik, % 2,9 stearik, % 17,9 oleik, % 60,8 linoleik, az miktarda araşidik ve % 1,7 eikosadienoik asitlerden oluştuğu bildirilmiştir.7 Çörek otu tohumunda ayrıca az miktarda B1, B2 ve B6 vitamini; proteinlerin yapı taşı olan aminoasitler; iz elementler olarak bilinen ve organizmada pek çok önemli metabolik faaliyette rol alan, besin ve su ile dışarıdan alınması gereken demir, kalsiyum, magnezyum, çinko ve selenyum gibi mineraller de vardır. Çörek otu tohumlarındaki müessir madde (kristal hâlinde) nigellon, ancak 1959'da izole edilebilmiştir.8

Çörek otunun kullanıldığı yerler 
Bir araştırmada, çörek otunun çeşitli kanser hücrelerini öldürücü ve tümöre özel antikorların üretimini uyarıcı hususiyetlere sahip kılındığı tespit edilmiştir.9,10 Ayrıca, çörek otunun normal hücrelere zehir tesiri yapmadığına dâir araştırmalar da vardır.10 Çörek otu tohumunda bulunan ß-sitosterol; salgı aktivitesini artırma, kandaki kolesterol seviyesini düşürme gibi hususiyetlerle donatılmış bir molekül olup, prostat büyümesinde tedavi edici ilâç olarak kullanılır.11

Çörek otu tohumları; idrar söktürücü, tansiyon düşürücü,12 süt artırıcı, iştah açıcı, adet söktürücü gibi çok yönlü tesirlere vesile olabilecek şekilde yaratılmıştır. Yağı ise kepeğe ve saç dökülmesine karşı başa sürülerek kullanılır.2

Çörek otunun uçucu yağ asitlerinin; bakterilere, mantarlara, tenyaya ve halk arasında şerit olarak bilinen sestodlara (bir tür bağırsak kurdu) karşı tesirli olduğu 13,14,15 tespit edilmiştir.

Çörek otu tohumunun hastalığa yol açan mikroorganizmalara karşı tesirinin araştırılmasına yönelik çalışmalarda, bu bitkinin farklı yoğunluklardaki (100, 200, 400 ug/disk) ekstraktları (usare); Klebsiella pneumoniae, Salmonella typhimurium, Staphylococcus aureus, Bacillus cereus, E. Coli ve Candida albicans gibi hastalık amili mikroorganizmalar üzerinde denenmiş ve çörek otunun Staphylococcus aureus'un gelişimini durdurduğu, ancak diğer mikroorganizmalar üzerinde tesirli olmadığı tespit edilmiştir.16

Bunların yanında Nigella sativa ekstraktının (usare) kanser hücrelerini öldürdüğü bildirilmiştir. Kemik iliğinin, Nigella sativa ekstraktı ile muamelesinden sonra bağışıklık sistemi ile ilgili hücrelerin sayılarında artışa rastlanmıştır. Ayrıca, myelopoezisi (kan ve ilik oluşumu) uyardığı gösterilmiştir.10 

Kanserli hastaların kanları, bu bitkiye mâruz bırakıldığında tümöre özgü antikorların (kazanılmış bağışıklık elemanları) üretiminde artış olduğu kadar makrofaj (dokuya yerleşmiş ve dokulardaki enfeksiyonlara karşı savaşan dev lenfosit hücreleri) hücrelerinin sayısı ve aktivasyonunda da artış gözlenmiştir.10

Hastalıklara yakalanma sebeplerinin başında bağışıklık sisteminin zayıf olması gelmektedir. Efendimiz'in (sas): 'Bu siyah tanecik ölüm hâriç bütün hastalıkların şifâsıdır.' buyurduğu çörek otu tohumları, vücudun bağışıklık sistemini koruyan ve kuvvetlendiren maddeler ihtiva edecek donanımda yaratılmış ve insanlığın faydasına sunulmuştur. 

Çörek otunun kullanılışı
İnsanımız şifâ kaynağı bu bitkiyi özellikle hamurlu yiyeceklerde severek kullanmaktadır. Çörek otunun doğrudan ağız yoluyla alınması veya demleme usulüyle günde 2-3 bardak içilmesi tavsiye edilir. (Bir miktar çörek otu üzerine sıcak su dökülerek 3-4 dakika bekletilir sonra süzülerek içilir. Aşırı miktarda kullanıldığında ishale sebep olabilir. Günlük kullanılacak azamî miktar 2 g'dır.) Piyasada kirli sarı renkli bir yağ, küçük şişeler içinde 'çörekotu yağı' ismiyle satılmaktadır. Bu görünüşteki yağlar genellikle çiçek yağı karıştırılmış olduğundan tamamen tesirsizdir. Çörek otunu balla karıştırarak çiğ tüketenler de vardır. Ancak bu durumda çörek otunun tohum kabuğu midemizde sindirilemediğinden faydalı kısımlar dışarı çıkamaz ve tohum dışkı ile atılır. Bu sebeple çörek otu tohumları bir havanda dövüldükten sonra balla karıştırılarak yenmelidir.

Günümüzde şifâ vesilesi bitkiler, destekleyici tıbbî yardım olarak yaygın bir 
şekilde kullanılmakta ve “Alternatif Tıp” gün geçtikçe önem kazanmaktadır. Efendimiz (sas) de tavsiyelerinde insanın sağlık yönüyle korunmasını mânevî bir mesuliyet yükleyerek îzâh etmiştir. Bize düşen, O’dan süzülen sözleri daha bir hassasiyetle ele almak ve incelemek olmalıdır. 


________________

Kaynaklar
1- Wagner H, Fransworth NR (1990). Economic and Medicinal Plant Research, Vol. 4, Plants and Traditional Medicine, Academic press, LONDON.
2- Baytop T, Türkiye'de Bitkiler ile Tedavi, İ.Ü. Yayınları No:3255, (1984), İstanbul.
3- Salemai ML, Hossainb, MS (2000). Protective effect of black seed oil from Nigella sativa against murine cytomegalovirus infection, Int J Immunopharmacol, 22, 9, 729-740.
4- Topozada HH, Mazloum HA and El-dakhakhny H (1965). The antibacterial properties of Nigella sativa seeds, active principle with some clinical applications, J Egypt Med Ass, Spec Number 48, 187.
5- El-fatatry HM (1975). Isolation and structure assignment of an antimicrobial principle from the volatile oil of Nigella sativa L. Seeds, Pharmazie, 30, 2, 109-111.
6- Türker L, Bayrak A (1697). Çörek otu (Nigella sativa L)'nun sabit ve uçucu yağ kompozisyonunun araştırılması, Standart, 430, 128-137.
7- Nergiz C, Ötleş S (1993). Chemical composition of Nigella sativa L. Seeds, Food Chem, 48, 3, 259-261.
8- Mahfouz M and El-dakhakhny M (1960). Isolation of a crystaline active principle from Nigella sativa L. Seeds, J Pharmaco Sci U.A.R. 1, 1, 9.
9- Swamy SM, Tan BK (2000). Cytotoxic and immunopotentiating effects of ethanolic extract of Nigella sativa L. Seeds, J Ethnopharmacol 70, 1, 1-7.
10- Medenica R, Mukerjee S, Huschart T, Koffskey J, Corbit W (1993). Nigella sativa plant extract increases number and activity of immune component cell in humans, Exper Hematol 21, 3, 1186.
11- Şener B, Küsmenoğlu S, Mutlugil A, Bingöl F (1985). A study with the seed oil of Nigella sativa, Gazi Ecz Fak Der, 2, 1, 1-8.
12- Zaoui A, Cherrah Y, Lacaille-dubois MA, Settaf A, Amarouch H, Hassar M (2000). Diuretic and hypotensive effects of Nigella sativa in the spontaneously hypertensive rat, Therapie, 55, 3, 379-382.
13- Rathee PS, Mishra SH, Kaushal R (1982). Antimicrobial activity essential oil, fixed oil and unsaponifiable matter of Nigella sativa L, Indian J Pharmac Sci, 44, 8-10.
14- Agarwal R, Khorya MD and Shrivastaga R(1979). Antimicrobial and antelmintic activities of the essential oil of Nigella sativa L., In J Exper Biol, 17, 11, 1214-1215.
15- Akhtar MS, Riffat S (1991). Field trial of Saussurea lappa roots against nematodes and Nigella sativa seeds against cestodes in children, J Pak Med Assoc, 41, 8, 185-187.
16- Ağaoğlu S, Berktaş M, Güdücüoğlu H (1999). Çörek otu (Nigella sativa) tohumunun antimikrobiyal aktivitesi üzerine bir araştırma, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sağlık Bilimleri Dergisi, 5, 1-2, 15-17.

Acıdaki Şifa



Halk arasında isot (ısı otu), ilmî çevrelerde ise 'capsicum anitum' adıyla bilinen kırmızı acı biber, sevilerek tüketilen ve kültürü yapılan bir bitkidir. Bu bitkinin anavatanının Meksika olduğu söylenmektedir. Azteklerin yedi bin yıl öncesine ait yazılı belgelerinde, bu bitkiden söz edilmesi, bu görüşü desteklemektedir. Kırmızı acı biber Avrupa'ya 15. yüzyılın sonlarında gelmiş, 16. yüzyılda ise kıta ülkelerine ve Osmanlı topraklarına yayılmıştır. Kırmızı biberi en çok tüketen ülkelerden olan Hindistan'a ise, bu bitki 17. yüzyılda Portekizliler tarafından ulaştırılmıştır. Hint ve Meksika mutfağında çok sık kullanılan kırmızı acı biber, ülkemizde en fazla Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde yetiştirilmekte ve tüketilmektedir.

Kırmızı bibere acılığını veren maddenin ne olduğu her zaman merak konusu olmuştur. 1816 yılında P.A. Bucholtz, bibere acılık veren maddenin organik çözücüler aracılığı ile ayırt edilebileceğini söylemiştir. L.T. Tresh, 1846 yılında acı veren maddenin kristal yapısında olduğunu tespit ederek, adını "capsaicin-kapsaisin" koymuştur. E. Hogyes, 1878 yılında acı hissi veren bu maddeyi biberden ayırt etmeyi başarmış ve kapsaisinin ağız ve mide salgılarını artırdığını keşfetmiştir. 1930 yılında, E. Spath ve E. S. Darling, lâboratuvarda kapsaisini sentezlemeyi başarmışlardır. Kapsaisinin sentetik şekli civamid olarak adlandırılmaktadır.

Kapsaisin, bilinen en acı maddelerden biridir. On yedi milyonda birlik çözeltisi bile, insanda acı hissi uyandırır. Kimyevî açıdan çok güçlü bir alkaloid olan kapsaisin, soğuğa ve sıcağa karşı dayanıklıdır; biberin pişirilmesi veya dondurulması sırasında aktivitesini kaybetmez. Kapsaisin aşırı miktarda alındığında zehirleme özelliği olan bir maddedir. Ancak öldürücü tesirinin ortaya çıkması, çok yüksek miktarda alınmasına bağlıdır. Bir kişinin tüketebileceği biber miktarı, toksik tesirin çok çok altındadır. Kapsaisinin tahriş edici özelliğinden yararlanılarak hazırlanan bazı spreyler, çeşitli ülkelerde sokak hayvanları ve park hayvanlarını insanlardan uzaklaştırmakta kullanılmaktadır.

Kapsaisinin tahriş hususiyetinin midede herhangi bir hastalığa (özellikle kansere) yol açıp açmadığı, kırmızı acı biberin en çok tüketildiği ülkelerden biri olan Meksika'da araştırılmıştır. Meksika Milli Halk Sağlığı Enstitüsü'nden Lopez Carrillo, 234 mide kanserli hastayı, 468 sağlıklı kişi ile karşılaştırarak kırmızı acı biber tüketimi ile mide kanserine yakalanma arasında bir bağlantının olmadığı neticesine ulaşmıştır1. Kapsaisinin tesir mekanizması, sinir liflerinde iletimin engellenmesidir. İnsan vücuduna dağılmış sinir uçları, çevreden aldıkları uyarıları merkezi sinir sistemine iletirler. Uyarının merkezi sinir sistemine taşınmasında rol alan maddelerden biri "P maddesi" isimli moleküldür. Kapsaisin bu maddeye bağlanabilen kimyevî bir maddedir. Bağlanmayla oluşan P maddesi-kapsaisin kompleksi, mesajların sinirler üzerinde iletilmesine mâni olur.

Kapsaisinin yapısının ve tesir mekanizmasının anlaşılmasından sonra, bu madde ile ilgili
çalışmalar giderek artmıştır. The Nutrition Reporter dergisinde yayımlanan bir makaleye göre, 1990-1995 yılları arasında kapsaisin ile ilgili olarak bin üç yüzden fazla makale yayımlanmıştır. Kapsaisinin % 0,025 ve % 0,075'lik kremleri, çeşitli ülkelerde ruhsatlı olarak kullanıma girmiştir.

Kapsaisin klinikte daha çok ağrılı hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır. 13 klinik çalışmanın sonuçları, kapsaisinin, diyabetik nöropati, osteoartrit, herpes sonrası nevralji, sedef hastalığı ve çeşitli ameliyatlar sonrası görülen ağrılı durumlarda tesirli olduğunu göstermiştir. Kapsaisinin yüzeydeki tesiri, baş ağrılarının tedavisinde kullanılması ümidini ortaya çıkarmıştır. İlk denemeler, kapsaisinin sentetik formu olan civamid'in burun spreyleri şeklinde kullanılmasının migren hastalığının bir çeşidi olan küme baş ağrısının tedavisinde faydalı olduğunu göstermiştir2,3. Kapsaisinin alerjik linitte kullanılıp kullanılamayacağını araştıran Çinli araştırmacıların ilk sonuçları olumludur4, 5.

Kapsaisin preparatlarının potansiyel kullanım alanlarından biri de nörojenik mesane hastalıklarıdır. Nörojenik mesane hastalıkları, idrar kesesi ile sinir sistemi arasındaki sağlıklı iletişimin bozulmasından kaynaklanır. Daha çok omurilik yaralanmaları sonucunda ortaya çıkan bu hastalıklarda sık idrara gitme, tuvalete yetişememe ve idrar kaçırma gibi belirtiler görülür. Kapsaisin, bu hastalık grubu içerisindeki spastik mesane hastalığının tedavisinde olumlu neticeler vermiştir. Bu bozuklukta, mesaneden merkezî sinir sistemine, mesane sürekli doluymuş gibi uyarılar gider. Merkezi sinir sistemi de mesane kasının kasılarak mesaneyi boşaltması yolunda uyarılar gönderir. Mesanenin dolu olduğu mesajını ihtiva eden uyaranların oluşmasında P maddesi önemli rol oynar. P maddesi ile kompleks oluşturan kapsaisinin doğrudan mesane içerisine çözelti şeklinde verilerek bu hastalığın tedavisinde kullanılıp kullanılamayacağı araştırılmaktadır. Bu konuda yapılan araştırmaların özet sonuçlarına bakıldığında, kapsaisinin, nörojenik mesaneli hastaların tedavisinde faydalı ve ümit verici olabileceği görülecektir.

Kapsaisin, çeşitli hastalıklar için model olan hayvanlar üzerinde de test edilmektedir. Hayvan deneyleri, kapsaisinin, herpes simplex 2 (uçuk virüsü) enfeksiyonlarının tedavisinde, su hastalığının nükslerinin önlenmesinde, alkol, aspirin ve stresin zararlı tesirlerinden mideyi korumada kullanılabilme ihtimalinin olduğunu göstermektedir.

Kapsaisinin çeşitli hücrelerdeki tesirlerini inceleyen Güney Koreli araştırmacılar, tümör oluşumuna basamak teşkil eden genetik değişikliklere maruz kalmış hücrelerin, programlı hücre ölümüne (apoptozis) sevk edildiklerini, dolayısıyla kanserden korunma açısından kapsaisinin önemli bir madde olabileceğini belirtmişlerdir6. Farklı araştırmacılar tarafından yürütülen lâboratuvar deneyleri kapsaisinin, bir çeşit kan kanseri olan T-hücreli lösemide8, deri kanseri olan kötü huylu melanomda ümit verici tesirleri olduğunu göstermektedir9.

Japonya'daki araştırmacılar ise, kanser oluşmasını tetikleyen mekanizmalardan peroksidasyonunun, kapsaisin tarafından engellendiğini göstererek, kapsaisinin alfa-tokoferol kadar güçlü bir antioksidan olabileceğini belirtmişlerdir7. Kapsaisin üzerindeki araştırmalar devam ederken, geçtiğimiz yıl kapsaisine benzer bir madde, kaktüsgillerden Euphorbia (sütleğen) cinsine ait türlerden izole edildi. Kapsaisinin tesirlerine benzer özelliklere sahip bu maddeye, resiniferatoxin ismi verildi. Kapsaisin ile karşılaştırmalı analizleri yapıldığında, resiniferatoxinin hem 1.000 kat daha tesirli, hem de yan tesirlerinin çok daha az olduğu tespit edildi.

Ülkemizde, 2004 yılı itibarıyla, ticari ve ruhsatlı krem preparatları bulunmayan kapsaisin ve yeni keşfedilen resiniferatoxin üzerindeki çalışmalar, dünya çapında artarak devam etmektedir. İştah açıcı olarak tükettiğimiz kırmızı acı biberle bizleri çeşitli hastalıklardan koruyan rızık ve şifa veren Kudret-i Sonsuz, gıdalar üzerinde araştırma-inceleme ve tefekkür yapanlara, hastalıkların tedavisine dönük yeni yolların var olabileceğini, dertlere derman aramanın önemini göstermektedir.



_________________

Kaynaklar
1. Lopez Carrillo; Capsaicin consumption, Helicobacter pylori positivity and gasriccancerin Mexico, Int J. Cancer. 2003; 20:277-282X
2. J. Saper; Intranasal civamide for the treatment of episodic cluster headaches. Headache. 2003; 43:306-307
3. JR. Saper; Intranasal civamide tor the treatment of episodic cluster headaches. ArchNeurology, 2002; 59; 990-994
4. F. Zhang; Immonohistochemical and pathological study of capsaicin in the treatmentof rabbit animal model with allergic rhinitis. Zhoghura Er Bi Yan Hou Ke Za Zhi.1999; 34: 229-231
5. F. Zhang; Clinical study of capsaicia in the treatment of allergic rhinitis. Lin ChuangEr Bi Yan Hou Ke Za Zhi, 1999; 13:499-500
6. HJ. Kang; Roles of JNK-1 and p38 in selective induction of apoptosts by capsaicin inras transformed human breast epithelial cells. Int J. Cancer 2003; 10: 475-48.
7. K. Kogure; Mechanism of potent antiperoxidative effect of capsaicin. BiochimBiophys Acta 2002; 10: 84-92
8. J. Zhang; Capsaicin inhibits growth of adult T-cell leukemia cells. Leuk Res 2003; 27;275-283
9. PS; Patel; Capsaicin regulates vascular endothelial celi growth factor expression bymodulation of hlpoxia inducingfactor 1-alpha in human malignant melanoma cell. J. Cancer Res Clin Oncol 2002; 128: 461–468

Şifa Kaynağı: Vişne ve Kiraz


Sesli Dinle

Kur’ân-ı Kerîm’de diğer bazı meyvelerle birlikte kirazdan da bahsedilmesi, bu güzel meyvenin taşıdığı hikmetlere ve şifaya vesile olan yönlerine dikkatleri çekmektedir. İncir, üzüm, zeytin ve hurma gibi Kur’ân’da ismi zikredilen diğer bazı meyveler hakkında oldukça geniş bilgiler bulunmasına rağmen, kiraz hakkında son yıllara kadar fazla bir araştırma yapılmamıştır.
Vişne ve kiraz, mineral madde açısından oldukça zengindir. Ülkemizde üretilen kirazın büyük bir kısmı iç piyasada taze tüketilirken, bir kısmı da Avrupa ülkelerine ihraç edilmektedir. Üretilen vişnenin büyük kısmı meyve suyu şeklinde tüketime sunulurken, bir kısmı da dondurularak reçel sanayiinde kullanılır. Vişne suyunun 100 gramında yaklaşık 246 kilokalori enerji, 58,3 g karbonhidrat, 3,12 g protein, 1 g yağ, 115 miligram (mg) sodyum, 745 mg potasyum, 0,5 mg C vitamini, 64 mg kalsiyum ve 81 mg fosfor bulunmaktadır. Nükleik asitlerin yapımında ve bazı aminoasitlerin birbirine dönüşme reaksiyonlarında rol alan folik asit ile, vücut sıvılarının osmotik basıncı ve asit-baz dengesi için gerekli potasyum bakımından vişne oldukça zengindir. Vişne uzun yıllar, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinde ağrı kesici ve acıları hafifletici bir halk ilâcı olarak kullanılmıştır.

Antioksidan deposu kiraz ve vişne
Elektron kaybetmiş ve dolayısıyla elektron koparmaya eğilimli moleküller olan serbest radikaller, vücuttaki metabolik reaksiyonlar neticesinde fıtrî olarak üretilir. 70 kg’lık bir insan vücudu, yılda yaklaşık 1,72 kg süper oksit gibi serbest radikal üretebilmektedir. Önemli hastalıkların ve yaşlanmanın tetikleyicisi olan serbest radikallerin muhtemel zararlarını önlemek için, Rahmet-i Sonsuz, her hücreye koruyucu antioksidan sistemler yerleştirmiştir. İnsanın genetik programına konan serbest radikalleri uzaklaştırıcı enzim sistemlerinin (süperoksid dismutaz, katalaz vb) bilgisi buna bir örnektir. Ayrıca çeşitli kimyevî moleküller de, gerek kendileri, gerekse antioksidatif sistemi harekete geçirici hususiyetleriyle de serbest radikallerin uzaklaştırılmasına destek olmaktadır. Antioksidanların, bağışıklık sisteminin fonksiyonlarını güçlendirici tesirleri de vardır. Vişne ve kirazın kimyevî terkibinde antioksidan özelliği olan 14 değişik kimyevî madde tespit edilmiştir. Bir litre vişne suyunda 267-688 mg arasında antosiyanin bulunur. Suda çözünebilen flavonoitlerden olan antosiyaninler, vişne ve kirazın kendilerine has, pembe, kırmızı, menekşe, mavi veya mor tonlarında renklenmesine vesile olurlar. C, E vitamini ve beta-karoten gibi güçlü antioksidanların yüksek miktarda depolandığı vişne ve kiraz düzenli tüketildiğinde, serbest radikallerin tesirsiz hâle getirilmesinde önemli rol oynar. Vişne ve kiraz, antikanserojen flavonoitlerden isoqueritrin ve queritrin bakımından oldukça zengindir. Bilhassa Gueritrin, en yüksek müesseriyet derecesine sahip antikanserojenlerden biridir. Amerika’da yapılan bir çalışmada kişi başına yılda yaklaşık 3 kg vişne tüketen çiftçilerin, yılda 0,5 kg tüketen diğer insanlara göre, kansere ve kalb hastalıklarına daha az yakalandıkları gösterilmiştir. Vişnenin antioksidan hususiyetinin ana kaynağı olan antosiyaninler, E vitamini ile mukayese edildiğinde daha tesirlidir. Vişnedeki yüksek miktardaki C vitamini, E vitamininin antioksidan özelliğinin güçlenmesine destek olmaktadır. Bol miktarda E vitamini tüketiminin, kötü kolesterol olarak bilinen düşük yoğunluktaki lipoproteinlerin oksidasyonunu önlemeye vesile olduğu dolayısıyla kalb hastalıklarına karşı koruyucu rol oynadığı tahmin edilmektedir. Vişne ve kirazın kanser ve kalb hastalıkları ile mücadeleye yardımcı olabilen zengin bir antioksidan deposu olduğu hususundaki deliller giderek artmaktadır. Son yıllarda tüketicilerin şuurlanmaya başlamasıyla birlikte vişne, kiraz gibi tabiî antioksidan kaynağı meyveler, sentetik antioksidan maddelerine tercih edilmeye başlanmıştır.

İltihap giderici ve ağrı kesici özelliği 
Vişne ve kirazın içinde, hem iltihap giderici, hem de hormon metabolizmasının düzenlenmesinde rol oynayan biyo-aktif bileşikler (antosiyaninler ve bioflavonoitler) bulunmaktadır. Antosiyaninler aspirin, naproksen, ibuprofen gibi tesirlere sahiptirler. Gut hastalığı ve eklem rahatsızlıkları olan kişilerin bir grubuna sentetik ağrı kesicilerin yanında vişne suyu veya vişne verilirken, diğer gruba sadece sentetik ağrı kesiciler verilmiştir. Vişne veya vişne suyu da tüketen kişilerde bu rahatsızlıklardan oluşan ağrı ve acılar, diğerlerine göre daha kısa sürede hafiflemiştir. Prostaglandinlerin, eklem romatizmalarının oluşmasında önemli roller oynadığına dâir çok sayıda araştırma vardır. Prostaglandin hormonunun üretiminde cyclooxgenase-1 ve cyclooxgenase-2 enzimleri vazifelidir. Vişne ve kirazın içindeki bazı bileşikler, bu enzimlerin aktivitesini ve/veya üretimlerini engellemede dolayısıyla değişik iltihap ve yaralardan kaynaklanan yanma ve ağrıları önlemede rol almaktadır. Vişne veya kirazın ağrı kesici özelliğinin tesiri fertler arasında çok farklı zamanlarda (birkaç gün içinde veya dört haftada) ortaya çıkmaktadır. Yapılan araştırmalar günde 12-25 miligram arasında antosiyanine karşılık gelen ortalama 20 kiraz veya vişnenin tüketilmesiyle, aspirine kıyasla daha fazla iltihabın giderildiğini ve daha fazla ağrının azaltıldığını göstermiştir. Vişnenin sentetik ilâçlara karşı avantajı, hiçbir yan tesirinin olmamasıdır. Orta yaş üzerindeki insanların antosiyanin muhteviyatı yüksek meyveleri düzenli olarak (meselâ ortalama 20 adet kiraz/vişne veya eş değer kiraz-vişne suyu) tüketmeleri durumunda, eklem kireçlenmelerinden ve gut rahatsızlıklarından daha az müteessir olacaklarına dâir raporlar vardır.
Vişne ve kirazda uyku düzenlemeye vesile olan bileşikler 
Epifiz bezi, gündüzleri metabolik dengenin ve vücuttaki hormon seviyesinin ayarlanması, geceleri de istirahatımız için melatonin salgılamak üzere vazifelendirilmiş olup, biyolojik saat vazifesi yapmaktadır. Hem uykunun ve 24 saatlik biyolojik ritmin düzenlenmesinde, hem de antioksidan hususiyetlerinden dolayı yaşlanmanın geciktirilmesinde vazifeli olan melatonin, çok fonksiyonlu bir hormondur. Kiraz ve vişnedeki melatonin miktarı, önemli derecede yüksek çıkmıştır. ABD’de Teksas Üniversitesi beslenme uzmanı Dr. Russel Reiter’e göre, vişne ve kirazda melatonin bulunması, sürpriz bir keşiftir. Vişne ve kirazda epifiz bezinden salgılatılan melatonin hormonunun düzenlenmesinde rol oynayan bileşikler de vardır. İnsanların kaliteli uyku problemi yaşadığı günümüzde, bu özelliklerden dolayı, vişne meyvesi ve/veya vişne ürünlerindeki melatonin aktivitesi yoğun şekilde araştırılmaktadır. Yeterli miktarda kiraz/vişne tüketilmesi durumunda melatoninin kandaki miktarı artırılabilmektedir.

Şeker hastalığında vişne-kiraz kullanılması
Michigan State Üniversitesi’nden Dr. Muralee Nair, antosiyanin ihtiva eden vişne gibi meyvelerin, kandaki insülin seviyesini artırdığına dâir bulgular olduğunu belirtmektedir. Diyabet (şeker hastalığı) için kullanılan ilâçlar, bol miktarda antosiyanin ihtiva eden taze vişne ve kiraz ile beraber kullanıldığında, kandaki şeker miktarının kontrolünde daha tesirli ve faydalı neticeler elde edilmiştir. Diyabet tedavisinde, yakın gelecekte vişne suyu muhteviyatı katkılı yeni tablet veya konsantre ürünler üretilebilecektir. ABD tarım bakanlığınca da desteklenen ve Dr. Nair ve araştırma grubu tarafında yapılan bir çalışmada, vişneden elde edilen antosiyanin, farelerin pankreatik-beta hücrelerine enjekte edilmiş. Antosiyanin enjekte edilen farelerin pankreatik beta hücrelerinde, enjekte edilmeyenlere kıyasen % 50 daha fazla insülin üretilmiştir. Şeker hastaları doktorlarına danışarak, ilâçların yanında taze ve ekşi kiraz tüketmeleri durumunda, kan şekerlerini daha müessir şekilde düşürebilirler.

Kiraz ve vişne nasıl tüketilmeli
Kiraz, genellikle mevsiminde sofralık olarak tüketilmektedir. Mevsiminden sonra kiraz, derin dondurucularda senenin her günü tüketilebilecek şekilde korunmaktadır.
İyi bir diyet lifi kaynağı olan vişne, sağlığı destekleyici besin olarak günde en az 20-25 tane yenebilir.
Türk mutfağı geleneğinde, vişne-kiraz çeşitli şekillerde tüketilmektedir. Vişnenin suyu veya ezmeleri, çeşitli pasta ve tatlılarda, kremalı bisküvilerde ve kremadan yapılmış unlu tatlıların, gofretlerin üretilmesinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde kiraz ve vişne, hamburger, sosis, soslar, ekmek, makarna ve bazı tatlı çeşitlerinde de kullanılmaktadır. Doktorlar, sağlıklı bir hayat sürmede her gün belirli sayıda kiraz veya vişnenin veya bunların türevi gıdaların tüketilmelerinin gerekliliğine dikkat çekmektedir. Mevsime bağlı olarak taze şekilde tüketimi mümkün olan ülkemizde, koruyucu sağlık açısından tabiî antioksidan deposu olan vişne ve kirazın tüketimi teşvik edilmelidir. Ortalama 20 mg antosiyanin ihtiva edecek miktarda vişne-kiraz veya bunlardan üretilmiş gıdaların günlük olarak tüketilmesi, koruyucu sağlık açısından çok faydalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de cennet nimetlerinin sayıldığı bir kısımda “dalları basacak kadar bol miktarda olduğu belirtilen kirazlara”1 dikkat çekilmesi, bu meyve üzerinde daha çok çalışılması gerektiğine de işaret olarak alınabilir.

Dipnot 
1. Kur’ân-ı Kerîm, Vakı’a sûresi, 56/28
Kaynak
- http://www.hrt.msu.edu/faculty/OLD/main_nair.htm

Çamur yiyip süt veren ağaç: Hindistan Cevizi


Sesli Dinle

Tropikal iklime sahip, bol güneşli, nem nispeti yüksek (% 70-80) bölgelerde ve kumlu topraklarda yaygın olarak yetiştirilen Hindistan cevizi ağacı, tuzlu topraklarda da yetişebilen nadir ağaçlardandır. İngilizcede “Coconut palm” olarak isimlendirilen Hindistan cevizi ağacının ticarî türlerinin boyları 27-30 metreye ulaşabilmektedir. Ağacın telek tüyü şeklindeki yapraklarının uzunluğu, 60-90 cm civarındadır. Bazı araştırmacılara göre Hindistan cevizinin anavatanının Güneydoğu Asya olduğu iddia edilmesine rağmen, bazılarına göre de Amerika’nın kuzeybatısıdır. Hindistan cevizi, Arecaceae familyasının Cocos nucifera L., türüne giren bitkinin meyvelerine verilen isimdir. Hindistan cevizi ağaçları 5-6 yıllık olunca meyve vermeye başlar. Ortalama 12-13 yılda en verimli hâle gelir. Meyveler 12 ayda olgunlaşır. Olgun meyvenin ortalama ağırlığı 2-3 kg civarındadır. Bir ağaçtan yılda ortalama 60-100 meyve elde edilir. Kullanma maksadına göre meyveler farklı zamanlarda hasat edilir. Eğer Hindistan cevizi suyu elde edilecekse, meyveler daha altı aylıkken toplanır; yağ üretimi yapılacaksa, 10-12 aylık olduklarında hasat edilir. Hindistan cevizine Sanskritçede hayat için her şeyi sağlayan mânâsına ‘kalpawriksha’; Filipinlerde hayat ağacı mânâsına gelen ‘Life of tree’ denmektedir. Hindistan cevizinin meyvesi gıda olarak değerlendirilirken, diğer kısımları sepet, hasır, çeşitli müzik âletleri, konteynır, kano yapımında ve yakıt olarak kullanılır. Meyvelerin hasadı bellerine ip bağlayıp ağaca tırmanan kişiler tarafından elle yapılır. Yağ için tam olgunlaşmış meyveler, uçlarına bıçaklar bağlanmış bambu sırıklarla da toplanır. Sırıkla yapılan toplamada bir kişi günde 250 meyve toplarken, tırmanarak yapılan toplamada ancak 25 tane toplayabilmektedir. Tayland ve Malezya gibi bazı ülkelerde eğitilmiş maymunlarla da Hindistan cevizi toplanabilmektedir. Tam olgunlaşmış meyvelerin dış kısımları kahverengidir, bunlar zamanında hasat edilmezse kendiliğinden yere düşer. Bu meyveler denize düştüklerinde dalgalarla uzun okyanus yolculukları yapacak dayanıklılıkta, bu yolla ıssız adalara ulaşıp oralarda da yetişecek kabiliyette yaratılmıştır. Hindistan cevizinin meyvesi üç ana kısımdan müteşekkildir.
Mezocarp; meyvenin liflerden müteşekkil kabuk kısmıdır. Bunun içindeki sert kısma endocarp denir. Bu kısma meyvenin çimlenmesine vesile olan üç göz yerleştirilmiştir. Kabuk soyulduğunda bu gözler kolayca görünür. Meyve henüz yeşilken suyu çıkarılmak istenirse, bu gözlerden ikisi delinir; birinden içeriye hava girerken, diğerinden de içindeki su kolayca akar. Issız bir adada susuz kalanların imdadına yetiştirilen hayat suyunun kolayca akabilmesi için Rahmeti Sonsuz böyle kolay açılacak delikler hazırlamıştır.
Endosperm; endocarpın iç duvarına bitişik beyaz etli kısımdır. Bu kısmın içi Hindistan cevizi suyu veya sütü diye bilinen sıvı ile doludur. Bu beyaz etli kısımla süt, Hindistan cevizi meyvesinin gıda olarak değerlendirilen önemli kısmıdır.
Hindistan cevizi suyu; temel bazı gıda maddelerini ihtiva ettiğinden birçok ülkede popüler bir içecektir. Bazı üretici ülkelerde, tam olgunlaşmamış meyvelerin suyu çıkarılır, şişelenir ve içecek olarak marketlerde satılır. Yetiştirici ülkelerde Hindistan cevizi suyu, taze içecek olarak tüketilir. Bağırsak enfeksiyonlarında, ishal ve kusma ile kaybolan suya karşı Hindistan cevizi suyu tavsiye edilir. Ayrıca bu suyun idrar yollarında antiseptik tesir yaptığı da ifade edilmektedir. Kalori değeri tahmin edildiğinden çok düşük olduğundan, kilo problemi olanlar için de bu su iyi bir içecektir. Hindistan cevizi suyunun 100 gramı 17,4 kalori verir.
Hindistan cevizinin tazesi ile olgunlaşmış olanlarının kimyevî kompozisyonlarında farklılıklar vardır. Suyu için toplanan ve yeşil olan (6 aylık) meyvelerde % 95,5 su, % 4,5 kuru madde bulunur. Kuru maddede protein, yağ, mineral ve karbonhidratlar vardır. Kuru maddenin protein ve yağ nispeti % 0,1 civarında iken; % 4’lük kısmı da karbonhidratlardan müteşekkildir. Meyve teşekkülünden 1-1,5 ay sonra meyvenin endosperm kısmında su toplanmaya başlar. Altı ay sonra su miktarı yaklaşık 500 ml (yarım litre) ile en yüksek seviyeye ulaşır. İri meyvelerde su miktarı 900 ml’ye kadar çıkmaktadır. Azami iriliğine ulaştığında meyvenin ağırlığının % 25’i sudur. Bu dönemde elde edilen su, tatlı ve gıda bakımından daha zengindir. Bu terkip yoğunluk bakımından vücut sıvıları ile uyumlu (izotonik) bir içecektir. Susuz kalmış bir insan için saf veya tuzlu sular tehlikeli olduğu hâlde, vücut için ideal yoğunlukta olan izotonik bir sıvının böyle bir mevye içine depolanması Rezzak-ı Kerîm’in insanlara hikmetli bir hediyesidir.
Meyvenin suyu tabiî hâlde iken sterildir. Özel bir kutu içerisinde steril hâlde birçok besin elementini ihtiva eden Hindistan cevizi meyvesini, içi süt dolu konservelere benzeten Bediüzzaman, Hindistan cevizi ağacı için; “Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan Hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisân-ı hâl ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır ve meyvelerine yedirir, kendi bir çamur yer. Kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder.” diyerek, çamurlu su içinden, süt gibi steril bir gıdanın hususi olarak yaratıldığı hakikatine dikkatleri çekiyor.
Hindistan cevizi suyunun asitlik derecesi (pH = 6,2) sütün pH’sına (6,4) yakındır. Bu hususiyetlerinden dolayı 2. Dünya Savaşı sırasında acil durumlarda steril glikoz çözeltisi yerine, izotonik vasfından dolayı hastaların damarlarına doğrudan Hindistan cevizi suyu verilmiştir. Meyvelerin şeker miktarının en yüksek olduğu dönem, taze oldukları zamandır (% 5), olgunlaşma süresi arttıkça şeker miktarında düşme olur. Taze meyvelerde şekerlerin % 75’inden fazlasını glikoz ve fruktoz meydana getirir. Sakkaroz miktarı bu safhada % 1-1,5 arasındadır. Altı aydan sonra olgunluk arttıkça glikoz ve fruktoz miktarları azalırken, sakkaroz miktarlarında artma olur.
Hindistan cevizi suyunda en çok bulunan mineral, potasyumdur. Demir, bakır, çinko, kalsiyum ve diğer mineraller ise daha az miktarlarda bulunur. Olgun meyvelerin suyu, tat bakımından taze meyvelere nazaran hoş olmadığı için, daha az tüketilir. Bu yüzden olgun meyvelerin suyuna şeker ve sitrik asit gibi maddeler katılarak tüketilmektedir. Meyvenin olgunlaşması arttıkça (10’uncu aydan itibaren) endosperm kısmındaki su jelleşmeye başlar ve 12. ayda ise katı bir şekle dönüşür (krema). Su miktarı da azalır. Bu dönemden sonra hasat edilen meyveler yağ üretimi için kullanılır.
Hindistan cevizi yağı
Olgunlaşmış Hindistan cevizleri toplandıktan sonra bıçaklarla kabukları kesilir, güneşte veya fırınlarda kurutulur. Kurutma işleminden sonra nem miktarı % 7’nin altına düşer. Bu şekilde endospermin etli kısmının güneş altında kurutulmuş ve preslenerek yağ elde edilen şekline copra denir. Yaklaşık 1.000 Hindistan cevizinden 220 kg copra elde edilir. 100 kilogram copradan ise 63 kg yağ çıkarılır. Presleme neticesinde ortaya çıkan yağsız küspe, hayvan yemi olarak değerlendirilir. Hindistan cevizi yağı üretimi, nebatî yağlar içerisinde soya ve yerfıstığı yağından sonra Amerika’da üçüncü sıradadır. Yıllık üretim miktarı 2 milyon tondan fazladır. Hindistan cevizi yağının terkibinde en çok laurik asit bulunur. Laurik asidin antiviral, antibakteriyal ve antiprotozoal fonksiyonlara sahip olduğu, diş çürümelerine ve diş plâklarına karşı faydalı olduğu belirtilmektedir. Hindistan cevizi yağında bulunan tripalmitin ve trilaurin gliseritlerinin kanser gelişmesini yavaşlattığı belirtilmiştir. Bu yağın, mu’cize bir gıda olarak ifade edilen soya fasulyesi yağının antigenotoksik (genleri bozucu maddelere karşı) tesirinden daha fazla bir tesire sahip olduğu kaydedilmiştir. Yapılan araştırmalarda bu yağın; toplam kolesterol, trigliserit, fosfolipit, LDL ve VLDL kolesterol (kötü kolesterol) seviyelerini azalttığı; HDL kolesterolünü (iyi kolesterol) serumda ve dokularda artırdığı bulunmuştur. Yağda bulunan polifenollerin LDL oksidasyonunu azalttığı belirlenmiştir. Genç olgun meyvelerin suyunda ve endospermin etli kısmında yağ miktarları farklıdır. Hindistan cevizinin beyaz ve katı olan etli kısmında nem durumuna göre yağ miktarı % 20-63 arasında değişir. Hindistan’da “ghee” diye isimlendirilen, tereyağ gibi bir yağ üretilir ve bebek mamalarında kullanılır. Copra adı verilen kısım ısıtıldığında berrak, renksiz yağ kolayca akar ve üretici ülkelerde doğrudan yemeklik olarak kullanılır. Endüstriyel olarak fabrikalarda işlenerek elde edilen yağlar ise, rafine edildikten sonra tüketilebilir.
Hindistan cevizi sütü olarak isimlendirilen ürün, meyvenin endosperm kısmının parçalanmasıyla elde edilen protein-yağ-su emülsiyonundan (karışımından) oluşmuştur (karışıma isteğe bağlı olarak su ilâve edilebilir). Endüstriyel üretimi için meyvenin etli kısmı özel bıçakları bulunan makinelerle parçalanıp, farklı sıcaklık ve değişen miktarlarda su ilâve edildikten sonra hidrolik veya vidalı preslerle sıvı kısmı çıkarılır. Elde edilen sıvı (süt) filtre bezlerinden süzülür veya çok küçük maddelerden kurtulması için emülsiyon bozulmadan santrifüj edilir. Posası kurutulup toz hâline getirildikten sonra gıdalarda kullanılır. Böyle bir ürün % 53,9 su, % 34,7 yağ ve % 3,6 protein % 6,6 karbonhidrat ve % 1,2 mineral ihtiva eder. Hindistan cevizi sütünde % 5-10 arasında bulunan proteinler, albumin ve globülin şeklindedir. Tabiî aminoasitlerden 16 tanesi proteinlerde yer almıştır. Bu sütte, esansiyal olarak isimlendirilen ve dışarıdan alınması gerekli sekiz aminoasitten sadece triptofan bulunmamıştır. İşlem görmemiş Hindistan cevizi sütleri, kimyevî ve mikrobiyolojik bozulmalara karşı çok hassastır. Bilhassa yağ sindirici lipaz enziminin sebep olduğu bozulmalar neticesinde kötü bir koku ve sabunumsu tat meydana gelir. Bu tür bozulmalara mâni olmak için Hindistan cevizi sütü konserveleme işlemi, aseptik paketleme, püskürtmeli kurutucuda (spry drying) kurutma işlemlerine tâbi tutulur. Pastörizasyon veya sterilizasyon işlemine tâbi tutulduktan sonra süt, 200-250 mililitrelik aseptik ambalajlarda marketlerde satışa sunulur. Toz hâlinde kullanıma hazır ürün olarak 60-100 gramlık paketler hâlinde satılır. Bunlar su ile karıştırılarak içecek olarak tütetilebilir.
Hindistan cevizinin sıcak, kurak bölgelerde, tuzlu deniz sahillerinde yetişebilmesi; böyle ülkelerde çok rastlanılan başta bağırsak enfeksiyonları olmak üzere birçok hastalıktan koruyucu tesiri; kendine has tadı, kokusu ve terkibiyle yağ, protein ve şekerleri ihtiva etmesiyle birçoğu fakir olan bu ülkelerde bol bulunması; sanki oraların hastalıklarına, beslenme bozukluklarına bir ilâç olduğu intibaını vermektedir. Sağlıklı beslenmenin temel şartı olan bütün aminoasitlerin dengeli olarak böyle bir meyveye konulması, şefkat eliyle ikram edilen bir hediye olarak değerlendirilmelidir.

Kaynaklar
- Duke. A.J.(1983).Cocos nucifera: in Handbook of energy crops. Purdue University , center of new crops and plants products.USA
- Santoso,U.(1996).Nutrient composition of Kopyor coconuts (cocos nucifera L.). Food Chemistry, 57,(2), 299-304.
- Seow.C.C.,Gwee,N.C.(1997).Coconut milk: chemistry and technology.International Journal of Food Science and Technology, 32, 189-201.
- Jackson, C.J.,et al.,(2004). Changes in chemical composition of coconut (Cocos nucifera) water during maturation of the fruit. Journal of the Science of Food and Agriculture, 84,1049-1052.
- Richter, M.E et al., (2005).Determination of anions,cations and sugar in coconut water by capillary electrophoresis .Journal of the Brazilian Chemical Society,16(6), 103.
- Villarino, J.B.et al., (2005).Descriptive sensory evaluation of virgin coconut oil and refined, bleached and deodorized coconut oil. Lebensmittel Wissenshaft und Technology, (in pres).

Gece ve Hormonlar

Dr. Arslan MAYDA / Biyoloji
Hayatımızın hiçbir anı birbirinin aynı ve yeknesak değildir. Her gün yaşadıklarımız kısmen birbirine benzerse de her bir anın kendine ait hususiyetleri vardır. Vücudumuzun çalışma sistemi de yaşadığımız hadiselerin tesirinde kalarak kendi ritminde bazı ayarlamalar yapabilecek kontrol mekanizmalarıyla donatılmıştır. Kısaca ifade edersek; hadiseler vücudumuzun çalışmasına tesir ettiği gibi, vücudumuzdaki mevcut kontrol sistemleri de fizyolojimize ve dolaylı olarak da ruhî hayatımıza tesir eder.
Günün farklı saatlerinde vücud sıvılarının salgılanmalarında değişiklikler görülür. Oturma şekli, fizikî aktivite, yenilen besinler, gerilimler, sevinçler, aydınlık, karanlık, uyku gibi faktörler vücut sıvılarının salınmasını artırır veya azaltır.

Meselâ serum demiri ölçümünde, saat 8.00 ile 14.00 arasındaki alınan kan numunelerinde % 50 farklılık görülmüştür. Vücudumuzdaki hormonlarda da benzer değişiklikler görülür.

Son yapılan çalışmalar hepimizin bildiğinin aksine epifiz bezinin körelmiş bir organ olmadığını, hattâ hipofizin bile üzerinde bir pozisyonda olduğunu göstermektedir. Gece ile gündüz arasındaki uyku, uyanıklık, hafıza, manevî âlemlere açık olma gibi birçok halimizle alâkalı olan çok mühim hormonlar epifiz bezinden salgılanmaktadır. Epifizin salgıladığı en mühim hormon olarak melatonin bilinmekteyken, yeni bulunan pinolin ve NN dimetiltriptamin (DMT)’in de epifizden salgılandığı ve gece saat 23 civarında bu hormonların azamî derecede salgılandığı görülmüştür.

Melatonin, günlük ve mevsimlik ışık değişmelerine göre uyku uyanıklık ritmini ayarlamakta vazifelenmiş bir hormondur. Epifiz bezinden salgılanır. Yapılan deneylerde vücuduna melatonin enjekte edilen kişilerin uykusunun geldiği tesbit edilmiştir. Geceleri bu hormonun artmasıyla uyuma isteği doğar ve artar, sabaha karşı hormonun salgısının durması uykunun hafiflemesine sebep olur. Küçük çocukların erişkinlerden daha fazla uyuması melatonin salgısının artmasıyla açıklanabilir.

Pinolin ve DMT ise birer neurohormon olup insanın manevî âlemlere açık olmasını uyarmaktadır. Gece ibadeti için kalkan insanlarda bu iki hormon en üst seviyede gece salgılanmaktadır. Yapılan araştırmalar epifiz bezinin bebeklerde ve çocukluk çağlarında büyük olduğunu ergenlikten itibaren küçüldüğünü göstermektedir. Ancak gece ibadetini devam ettirenlerde epifizin aktivitesinin yüksek olduğu ve bu kişilerin kansere, unutkanlığa, bunamaya ve yaşlanmaya karşı daha dirençli olduklarını göstermiştir. Epifiz bezinin ışığa bağlı olarak yaptığı düzenlemeler hipofize tesir ederek vücut için gerekli olan diğer hormonları salgılamaktadır. Bu hormonlara kısaca göz atarsak;

Prolaktin: Hipofiz bezi tarafından salgılanan prolaktin hormonu; meme bezi hücreleri tarafından bol miktarda yağ, laktoz, ve kazein sentez edilmesini temin eder, birkaç gün içinde de meme hücrelerinden bol miktarda süt salınmaya başlar. Bebeğin memeyi emdiği sırada çıkan uyarılar sinirler yoluyla omuriliğe iletilir, buradan çıkan bir yol ile hipotalamus harekete geçerek oksitosin ve vazopressin salgılanır. Bu iki hormon kana karışarak memeye ulaşır ve burada hücreler kasılır, hücrelerdeki süt kanallara iner böylece çocuk meme emdikten 30 sn sonra süt akmaya başlar. Bir meme emildiği zaman yalnızca onda değil diğerinde de süt salınımı başlar. Hattâ bebeğin ağlaması da annenin işitme kanallarını aynı mekanizmalar ile etkileyecek sütün salgılanmasına sebep olur. Prolaktin hormonunun salgılanması gece maksimum dereceye ulaşır.

Testosteron: Erkek vücuduna ait karakteristik özellikleri meydana getiren bu hormon günün her saatinde salgılanmakla beraber gece vakti % 40 daha fazla salgılanır. Erkekteki sekonder cinsiyet karakterleri olarak isimlendirilen sakal çıkması, ses kalınlaşması, cildin kalınlaşmasına ve cilt renginin ton bakımından koyulaşmasına yol açar. Adelelerin gelişmesini, kemiğin büyümesini, azot ve kalsiyum tutulmasını sağlar. Basal metabolizmayı % 15 artırır. Basal metabolizma gece düşük olduğunda bile salgılanır ve alyuvarların sayısını % 20 artırır, vücutta sodyumu tuttuğu için sıvı artışına da sebep olur.

Tiroid (uyaran hormon): Kanda tiroid hormonunun seviyesi düştüğü zaman ön hipofiz bezinden salgılanır. Basal metabolizmanın % 50 artmasına sebep olur. Tiroid uyarıcı hormon da gece 02.00 ila 04.00 saatleri arasında maksimum seviyeye ulaşır. Akşam 18.00–22.00 saatleri arasında ise minumum seviyededir. Bu iki saat arasında % 50 fark vardır. Özellikle soğuk iklimlerde ve kutup bölgelerinde yaşayanlarda salgı % 50 daha fazla artarak basal metabolizmayı da aynı oranda artırır.

Büyüme Hormonu: Uykuya geçilir geçilmez kanda maksimum seviyeye ulaşır. Hipofiz ön lobundan salgılanır. Büyüme hormonunun tesir edeceği hususî bir organ yoktur. Bütün doku ve organlara genel bir tesiri vardır. Çocukluk çağında etki gösterdiği gibi hayat boyunca da fizyolojik fonksiyonlara tesir etmeye devam eder. Egzersizden, uzun süren açlıktan ve hipoglisemiden sonra büyüme hormonunun önemli miktarda arttığı da gösterilmiştir. Dolayısıyla çok fazla yemenin büyümeye müsbet bir tesiri olmadığı da anlaşılmaktadır Kortikotropin (ACTH): Öğleden sonra ve gece maksimum seviyeye ulaşır. Sabah erken saatlerde salgılanması azdır. Hipofizden aşırı ACTH salgılanması sonucunda cushing hastalığı oluşur. ACTH; böbrek üstü bezini uyararak üç dakikada hücrede cyclik AMP’yi uyarır ve adrenal hormonların yapımı için hücre içi reaksiyonları hızlandırır. Böbreküstü bezinden salgılanan diğer bir hormon olan kortizol de kan şekerini yükseltir, protein ve yağ metabolizmasına tesir eder, lizozomları stabilize eder. İdrardan sodyum ve potasyum günün ortasında en yüksek seviyede atılırken, kalsiyum ve magnezyum geceleri en yüksek miktarda atılır. Kandaki fosfor, geceleri % 30 artarken, idrardaki miktarı düşüktür. Yine geceleri idrar hacmi ve kreatinin konsantrasyonu düşüktür. Gece ile gündüz arasındaki bu farklılıkların hiç birinin başıboş ve tesadüfî olmadığını son çalışmalarla anlamaktayız. Bilhassa körelmiş bir organ gibi görülen epifizin, gece gündüz ve uyku ile ilgili bioritimleri ayarlamasının yanında; manevî âlemlere açılma ile ilgili olan ve gece en üst seviyede salgılanan pinolin ve DMT gibi yeni maddelerin bulunuşu, çok enteresan bir durum arzetmektedir. Kanser, yaşlanma, sıkıntı ve bunama gibi durumlara karşı koruyucu olan bu maddelerin salınımı ve gece ibadeti arasındaki münasebetin daha detaylı araştırılması bilim adamlarını bekleyen mühim bir çalışma konusudur. 

Hurmanın Bileşimi ve Biyolojik Önemi


Hurma, latince Palmaceae familyasının Phoenix ,dactylifera L. cinsidir. Kurma bitkisi çöl bölgelerinde ve Kuru iklime sahip ülkelerde çok eskiden beri yetiştirilmektedir. Meyvelerinin besin değeri ve ekonomik önemi sebebiyle ekimi yapılan en eski meyveli ağaçlardan birisidir. Hurma meyvesinin gıda olarak kullanılmasından bahseden kaynaklar çok eskilere dayanır. Bu konuda ilk yazılı kaynak 3600 yıl öncesine ait Khenzer’in kitabesi Abydos içinde bulunmuştur. Hammurabinin kanunlarını içeren “Cod of Laws” isimli eserde, meyve bahçelerinin kiralanması ile ilgili kurallardan bahsedilirken hurmadan da söz edilmiştir. Mısır’da paleolitik devre ait kazılarda bulunan tabaklarda hurma çekirdeklerine rastlanmıştır.Hurma bitkisinin İran’ın batısından Arabistan’a ve oradan da Kuzey Afrika’ya geçip yayıldığı kaydedilmiştir. Bugün dünyanın birçok ülkesinde yetiştirilen hurma ağacından elde edilen toplam meyve üretimi 2.435.000 ton civarındadır. Hurma bitkisinin çöllerde yetişmesi, buraları ağaçlandırmak için onu ideal bir bitki durumuna getirmiştir.

Hurma ağacının meyvesi taze olarak tüketildiği gibi kurutularak veya bundan değişik ürünler elde edilerek de değerlendirilebilmektedir. Hurma müslümanların çok mübarek kabul ettiği, özellikle Ramazan aylarında iftar sofralarından eksik etmedikleri önemli bir meyvedir. Kur ‘an da Meryem suresınde Hz. Meryem’in doğum sancısıyla bir hurma ağcının dibine sığındığından bahsedilmektedir.

Daha sonra Hz. Meryem’ e “Hurma ağacını kendine doğru silkele üstüne taze hurma dökülsün. Ve ye, iç gözün aydın olsun” şeklinde hurmadan söz edilmektedir. Hurmanın bileşimi onun yetiştiği bölge şartları ve çeşit gibi faktörlere göre değişmektedir. Hurmanın kimyevi kompozisyonundan bahsettikten sonra biyolojik fonksiyonları anlatılmaya çalışılmıştır.

YAĞLAR
Hurma meyvesinin yenilebilen kısmı yaklaşık % 85’ine tekabül etmektedir. Geri kalan kısmı ise çekirdektir. Çekirdeğin, et kısmına göre fazla önemi olmamakla beraber, yine de yağı çıkarılmak suretiyle değerlendirilmektedir.Çekirdekteki yağ miktarı en çok % 9.2’dir. Yağında 14 ayrı yağ asidi bulunmaktadır. Bunların ortalama miktarları ile isimleri tablo 1’de verilmiştir.

Bunların dışında diğer yağ asitlerini az miktarda ihtiva ettiği için ayrı ayrı zikredilmemiştir. Hurmanın et kısmında bulunan yağ miktarı meyvenin olgunlaşma derecesine ve meyvenin nem durumuna göre %01-2.5 arasında değişmektedir. Çekirdekteki yağ asitlerinden ayrı olarak taze yeşil hurmalarda 3- 0-Cafteoilshikimic asit (dactyliferik asit) izole edilmiştir. ‘Yine bitkinin sap kısmından fenolik asitler olarak bilinen p-hidroksi benzoik asit, 3.5 - dihidroksi-4- metoksi benzoik asit (şiringik asit) bulunmuştur.

KARBONHİDRATLAR 
Hurma meyvesinin tatlı olması, onun karbonhidrat (şeker) bakımından zengin olmasının bir göstergesidir. İhtiva ettiği şeker miktarıyla ilgili olarak pek çok çalışma yapılmıştır. Hurma meyvesinin et kısmında bulunan şeker miktarı, çeşit ve olgunluk derecesine bağlı olarak çok değişmektedir. Bu bakımdan şeker miktarı hurmanın olgunluk derecesine göre verilmektedir. Hurmaların olgunluk derecesi Arapça terimlerle ifade edilmekte ve olgunluk sırasına göre bunlar Kimri (yeşil), Khalal (sarı-pembe), Rutab (yumuşamaya başlamış) ve Tamar (yumuşak ve kahverengi) kelimeleriyle ifade edilmektedir. Bunları ayrı ayrı inceleyip vermek konuyu gereğinden fazla uzatacağından, olgun hurmalarda bulunan ortalama şeker miktarları verilmiştir. Toplam şeker miktarı çeşitlere göre % 47’den % 85’e kadar değişmektedir, Bunun içindeki sakkaroz (çay şekeri) miktarı yine çeşitlere göre % 0- 40 arasında değişmektedir. Glukoz miktarının % 21-23 arasında, fruktoz miktarının ise %21- 22 arasında değiştiği, glukozfruktoz oranının genel olarak 1.16-1.18 arasında olduğu bulunmuştur.

PROTEİNLER 
Olgun hurmalarda bulunan protein miktarının genel olarak % 1.9 civarında olduğu belirtilmiştir. Çekirdekte bulunan protein miktarının en fazla % 6.43 olduğu tesbit edilmiştir. Bu rakamlar hurma çeşitlerine göre farklılıklar göstermektedir. Proteinlerin hidroliz edilmesiyle ayrılan amino asitlerin sayısı 21’dir. Bunlar: Alanin, arginin, asparagin, aspartik asit, v-amino butirik asit, sistem, sistin, glutamin, glutamik asit, glisin, histidin, izolösin, lösin, lisin, metionin, fenilalanin, prolin, serin, threonin, tyrosin ve valin’dir. Vücutta sentezlenemeyen ve mutlaka diyetle alınması gerekli elzem (esansiyel) amino asitlerin hepsi de hurmada mevcuttur.

VİTAMİNLER 
Askorbik asit (vitamin c), B- karoten (provitamin A), nikotinik asit (niasin), riboflavin (vitamin B2) ve tiyamin (vitamin B1) hurmada bulunan vitaminlerdir. Bunlar taze ve olgun hurmalarda bulunmaktadır. Bunların miktarları tablo 2’de verilmiştir.

MİNERAL MADDELER 
Toplam kül olarak da ifade edilen mineral madde miktarı hurmanın et kısmında % 2.1- 4.48 oranında değişme göstermektedir. Çekirdekte ise ortalama % 1.2 civarındadır. Et kısmında bulunan mineral maddeler kalsiyum (Ga), bakır (Cu), demir (Fe), magnezyum (Mg), potasyum (K), fosfor (P), sodyum (Na) ve çinko (Zn)dur. Bunların miktarları ile ilgili olarak Suudi Arabistan’da yetiştirilen ve ekonomik önemi olan Khudari ve Sullaj çeşidi hurmalarının Tamar aşamasında tesbit edilen mineral madde miktarları tablo 3’de verilmiştir.

DİĞER BİLEŞENLER 
Buraya kadar verilen bileşenlerin dışında başka maddeler de hurmada bulunmaktadır Bunların içerisinde başlıca enzimler, flavonoidler, pektinler, fenolik bileşikler, steroller gelir. Enzimlerden çekirdekte biyokimyasal olarak önemi olan endo -B- mannaz, B- mannozidaz ve tiyol proteinaz’dır. Et kısmında ise invertaz enzimi bulunur ve bu kompleks şekerleri basit şekerlere (fruktoz, glukoz gibi) ayırır.

Flavonoidlerden rutin ve quercetin hurnianın pollenlerinden, Luteolin 7- glukosit, luteolin 7 - rutinozit, glycosylapigenin gibi flavonoid pignıentleri burma bitkisinin yapraklarında bulunduğu tesbit edilmiştir.

Pektinler hurmada bulunan polisakkaritler (karbonhidrat)dir. Bunlar jelleştirici madde lerdir. Hurmada bulunan pektin miktarının en fazla % 2 civarında olduğu belirtilmiştir.

Fenolik bileşikler olarak meyvede bulunan klorogenik ve izoklorogenik asitlere ilaveten sis ve trans 3, 5, 31, 51 -tetrahidroksi- 4 - metoksi stilbene ve benzoik asit türevleri vardır.

BİYOLOJİK ÖNEMİ 
Hurma çekirdeklerinin indirgen olarak ilaç sistemi içerisinde kullanıldığı bilinmektedir. Su ile karıştırılarak pasta haline getirilmiş şekli gözün kornea kısmının opasitesi için uygulanır. Ayrıca baş ağrılarının giderilmesi için başa da uygulandığı kaydedilmektedir. Çekirdeklerden elde edilen özütün antimikrobiyal etkisinin olduğu ve 5. aureus, Pr. vulgaris, B. subtilis mikroorganizmalarına karşı antimikrobiyal etkisinin olduğu belirtilmiştir. Hayvan deneylerinde motor aktiviteleri üzerine stimulant (uyarıcı) etki yaptığı tesbit edilmiştir. Bitkinin polenlerinden izole edilen bir glikoproteinin gonadrophic etkisinin (gonadrotop denilen moleküllerin çok çeşitleri olup önemli fonksiyonları vardır. Kadınlarda östrojen hormonu salgılanmasını stimule eder. Erkeklerde ise testislerde spermlerin oluşumunu düzenler) olduğu ispatlanmıştır. Klorogenik ve izoklorogenik asitlerin Allelophatik etkisinin olduğu ve bazı mikroorganizmaların gelişmesini önlediği veya geciktirdiği kaydedilmektedir. Bu asitler ayrıca hurmanın ilk olgunlaşması sırasında değişik enfeksiyon hastalıklarına karşı korunması bakımından önemlidir. Birçok inhibitör görevi yapan fenolik asitler veya onların karboksilik asitlerle oluşturduğu hidroksi aromatik bileşikler (depsides veya polidepsidesler) taze ve kurutulmuş hurmadan izole edilmişlerdir.

Daktiliferik asit (3 - 0 - caffeoilshikimic) yeşil hurmalarda bulunmuştur. Bu bileşik trosin, tenilalanin gibi aromatik bileşiklerin biyosentezinde önemlidir. Substitute sinnamik asitler, Navonoidler, kumarinler ve lignin’in aynı konu bakımından önemi tartışmalıdır. Fenolik bileşiklerden schikimic asidin P- Gumaroil, caffeoil ve feruloil esterlerini meyve içermektedir.

Hurmada biogenik aminlerden serotonin miktarının 8.2 mikrogram/gr olduğu ve bunun merkezi sinir sisteminde nörotransmitter olduğu, düz kasların kontraksiyonunu (kasılmasını) uyardığı, güçlü bir damar daraltıcı(vazoconstrictor) etki yaptığı bilinmektedir. Başka maddeler için başlangıç maddesi olduğu, asetillendirilmesi veya metillendirilmesiyle beyin epifiz hormonu olan ve circadian ritimlerinden sorumlu olan melatonin hormonu meydana gelir.

25 K Rad’lık y ışınlarına maruz kalan hurmadaki sistein sistine dönüşerek radyasyonu absorbladığı ve bu yüzden burmanın radyasyona karşı koruyucu etkisinin olduğundan da söz edilmektedir. Bazı burma çeşitlerindeki y- amino butirik asidin bir nörotransmitter inhibitörü olduğu belirtilmektedir. Bitkinin çekirdeklerinden ve poflenden izole edilen estrogene ve estron bir stereoidal dişilik hormonudur.

Kuran’da Hz. Meryem’in doğumu sırasında hurma ağacını silkelemesi emredilmekte ve dökülen hurma meyvesinden yemesi için “Ye, iç gözün aydın olsun” denilmektedir. Burada doğum yapan bir insan için hurmanın iyi bir gıda olduğuna dair yorumlar vardır. Hurmanın tatlı bir gıda olması bu şekilde yorumlanmasına yol açmış olabilir.

Ancak hurmanın kimyevi kompozisyonu araştırıldıkça bazı maddelerin bulunması enteresandır. Mesela, y aminobutirik asidin nörotransmitter inhibitörü olarak ağrıyı azaltması, yine serotonin maddesinin özellikle doğumdan sonra rahim kaslarının kasılmasını sağlayarak rahimin eski haline gelmesini kolaylaştırması çok önemlidir. Bunlarla beraber hurma insanların severek zevkle yedikleri, besin değeri yüksek değerli bir gıda maddesidir.

İnsan Vücudundaki Hazine Mineral Maddeler


Aydın Boz / Biyoloji

Kâinatta olduğu gibi insan vücudunda da akılları hayrette bırakırcasına bir denge hâkimdir. Mesela kulaklarımız, gözlerimiz, ellerimiz ve ayaklarımız tam birbirinin simetriği. Başımız vücuda tam uyumlu. Organların dış yapı ve şeklindeki uyum ve denge gibi içyapısında da müthiş bir denge hâkimdir. Dilerseniz ona da biyokimya gözüyle bakalım ve hangi mineral zenginliklerden meydana geldiği hususu üzerinde duralım. “Küçük bir âlem” olarak simgelenen insanda, yeryüzüne orantılı bir şekilde dağıtılan elementlerin pek çoğu, vücuda lüzumu nisbetinde mevcuttur.

Genç insanda yaklaşık %80, ileri yaşlardaki insanın vücudunda da % 60 oranında su bulunur (Yaşlı Dünyamızın da üçte ikisi suyla kaplı değil mi?). Aynı şekilde protein ve vitaminler gibi maddeler de ihtiyaç oranında vücutta yerlerini alırlar. Peki, içinizde yaklaşık 3,5 kg mineral maddesi taşıdığınızı hiç düşünmüş müydünüz? Vücudumuz türlü türlü tat ve renkten meydana gelen bir “mineral çorbası”nı andırıyor. Bunların büyük bir kısmı, organizmanın sağlıklı çalışması için vazgeçilmezdir: Yaklaşık 2 kg beyaz renkteki kalsiyum, 1 kg koyu kahverengi fosfor, 90 gr sarı kükürt, 115-131 gr arası kurşuni renkteki potasyum, 120 gr gümüş renkteki magnezyum ve bir tutamlık da koyu gri demir, kırmızı bakır, gümüşi krom, kahverengi selenyum, gri çinko, manganez ve iyot.

Eğer kalsiyum olmasaydı, dişlerimiz sert bir elmaya bile dayanamaz, parçalanırdı... Eğer demir olmasaydı, kanımız hemoglobin moleküllerinden yoksun kalır, bu sebeple de dokularımıza oksijen gidemezdi... Eğer kükürt olmasaydı, saçlarımız dirençsiz kalır, derimiz ise canlılığını asla koruyamazdı... Eğer potasyum ve sodyum olmasaydı, ozmotik denge bozulacak hücrelerimiz elektrikî gücünü kaybedecek, dolayısıyla sinir ve kas hücreleri arasında iletişim kurulamayacak ve hızla yaşlanma baş gösterecekti...

Vücudun sağlığı için vazgeçilmez olan bu mineral çorbası bunlarla sınırlı değil tabii ki. Fosfor, magnezyum, manganez, krom, flor, çinko, bakır gibi birçokları bu mineral çorbasında yer alıyorlar. Bütün bu mineraller, ağırlığımızın yaklaşık %4’- ünü meydana getiriyor. Öyle ideal bir denge hâkim ki, bu minerallerin eksikliği veya fazlalığı durumunda organizmadaki iç mekanizmayla anında ayarlanıyor. Mesela, kandaki kalsiyum miktarında bir azalma olduğunda, bir başka kalsiyum deposu olan kemiklerden gerekli miktar temin ediliyor ve eksiklik, gideriliyor. Ana karnındaki yavrunun kemik gelişimi için annenin diş ve kemiklerinden kalsiyum çekiliyor. Pek çok anne hamilelik döneminde bu sebeple dişini kaybeder, yani yavrusu için feda eder. Vücut, besinlerdeki demirin normal şartlarda sadece %10’unu emiyor. Ancak, vücutta herhangi bir sebepten dolayı bir demir eksikliği doğarsa, emme kapasitesini 5 kat artırabiliyor. Bu ideal dengenin bir başka tipik misali de sodyum miktarında. Kandaki sodyum miktarı aşırı tuzlu beslenme sonucu yükseldiği zaman, derhal böbrekler devreye giriyor ve bu sodyum fazlasını idrar yoluyla organizmadan temizliyor.

Vücuttaki mineraller, miktarlarına göre sınıflandırılıyor. İnsanın günlük ortalama 100 mikrogramdan fazla ihtiyaç duyduğu mineraller “makro-mineraller”, bu değerin altındakiler ise “mikro-mineraller” olarak adlandırılıyor. Bir başka sınıflandırma ise “faydalı”, “zararlı” ve “nötr” mineraller şeklindedir. Misal vermek gerekirse; potasyum, kalsiyum, fosfor gibi sağlık açısından vazgeçilmez olan mineraller “FAYDALI”, cıva, kurşun ve amyant gibi mineraller “ZARARLI”, nikel, kobalt ve vanadyum gibi mineraller de “NÖTR” olarak kabul ediliyor.


KALSİYUM 

Vücut ağırlığının % 1,5 ila 2’sini kalsiyum minerali meydana getirir.İnsan vücudundaki kemiklerde ve dişlerde, fosfor ile beraber kalsiyumfosfat şeklinde bulunur (% 99,9). Bu bileşim, yetişkinliğe kadar kemiklerde ve dişlerde “gevşek yapı” olarak bulunur. Bu sebeple kemikler daha esnektir ve kırılma durumunda çok daha kolay kaynar. Zamanla kalsiyumfosfat kristalleri kemiğin kristalleşmemiş kısmına da yerleşir ve kemikler daha sertleşir. Esnekliğini ka bettiği için de çok daha kolay kırılır ve kaynamada güçlük çeker.

Vücuttaki kalsiyumun % 0,1 kadarı da kanda, kaslarda ve yumuşak dokularda bulunur. Bu sebeple kalsiyum, kemik yapısının teşkilinden başka, kas kasılmalarını, sinir sisteminden gelen sinyallerin kaslara iletilmesini ve hücre zarlarının oluşumunu kolaylaştırıcı rol oynar. Hatta kalsiyum mineralinin bağırsak tümörlerini önlediği de ileri sürülmektedir.

Kandaki kalsiyum, “Uluslararası Biyolojik Mineral Standart Değeri”ne göre 1 desilitrede 9- 11 mg seviyesinde sabit tutulmalıdır. Eğer oran bu miktarın altına düşerse, insanda kas kasılmaları, kramplar ve titremeler baş gösterir. Bu durumda vücut kalsiyum yetersizliğini, kemikler ve böbreklerden kalsiyum alarak, karşılama yoluna gider. Fazla alınması halinde de kemik yapısı bozuklukları ve idrar kaybı gibi durumlar ortaya çıkabilir. Aşırı kalsiyum yüklemesi ise böbrek taşlarının meydana gelmesine ve kemiklerde kireçlenmeye yol açar.

Kalsiyum, esas olarak süt ve süt ürünlerinde bol bulunur. Ancak bir süt ürünü olan tereyağında kalsiyum bulunmaz. Bundan başka yeşil yapraklı bitkilerde, sebzelerde, ceviz, balık ve deniz ürünlerinde bulunur. 18–24 yaşlarına kadar günde ortalama 1200 mg, 25 yaşın üzerinde ise günde 800 mg kalsiyum gereklidir. Hamilelikte ve menopoz devresinde bu miktar artırılmalıdır.

FOSFOR 

Fosfor, kalsiyumdan sonra vücutta en yaygın bulunan mineraldir. Vücuttaki fosforun % 85’i kalsiyumla beraber kemiklerdedir. Fosfor, hücrelerimizdeki denge için çok gereklidir. Hücre zarlarının, özellikle de sinir hücrelerinin (aksonları) koruyucu kılıfının meydana gelmesini kolaylaştırır. Vücudun enerji deposu olan nükleik asitlerin yapısında yer alır. Yağlı maddelerin vücut içinde taşınmasını, şekerli maddelerin de vücut tarafından emilmesini kolaylaştırır.

Fosfor, genellikle protein açısından zengin olan besin maddelerinde bulunur: Et, balık, yumurta, pirinç, sebze, ceviz, süt ve süt ürünleri gibi. İnsan günde ortalama 800 mg fosfora ihtiyaç duyar. Yeterli ve dengeli bir beslenmeyle, bu miktarda fosfor rahatlıkla temin edilebilir. Besinlerdeki fosfor, vücut tarafından %50–70 gibi yüksek bir oranda kolaylıkla emilebilir.

Yetersiz bir beslenmenin neticesinde ortaya çıkan fosfor eksikliği, kendisini ciddi böbrek yetersizliği ve bağırsak rahatsızlığıyla gösterir.

BİR ÇOK ENZİMDEKİ ANAHTAR MADDE: MAGNEZYUM 

İnsan vücudunda yaklaşık 20–28 gr magnezyum vardır. Ana deposu kemikler olup, % 60’ı burada kalsiyum ve fosfatla beraber bulunur. Ancak, magnezyumun asıl fonksiyonu, %60’ının bulunduğu kemiklerde değil, % 40’ının bulunduğu kan ve kas sistemindedir. Kasların güçlenmesi, protein sentezi, enzim sistemi aktivitesinde, hücrelerin büyümesi ve yenilenmesinde önemli bir rol üstlenir.

Magnezyum vücut tarafından kolaylıkla absorbe edilen bir madde olup, normal bir beslenme ile günlük magnezyum ihtiyacı rahatlıkla karşılanabilir. Besinlerdeki magnezyum miktarının yaklaşık % 40-60’ı vücutça kolayca emilir. Dünya Sağlık Teşkilatı’nın (WHO) belirlediği orana göre, insan vücudunun günde ortalama 280–350 mg magnezyuma ihtiyacı vardır. Bütün yeşil yapraklı bitkiler, tahıl ürünlerinde, balık, ceviz, ayçiçeği, kakao, taze fasulye, bezelye ve kuşkonmaz gibi besinler magnezyum zenginidirler.

Alkol çok tehlikeli bir magnezyum hırsızıdır. İdrar yoluyla magnezyum miktarını azalttığından, kalp spazmı rahatsızlığı, kaslarda kramp, titreme, aşırı sinirlilik ve sürekli kulak uğuldaması baş gösterir. Benzer durum yoğun stresli anlarda da geçerlidir. Ayrıca idrar söktürücü gibi bazı ilaçlar da magnezyum oranını azaltır.

SODYUM 

Sodyum ile potasyum minerallerinin karşılıklı olarak dengelenmesi ve mübadele sonucu, hücrenin dışındaki potasyum maddesi hücrenin içine, hücrenin içindeki sodyum maddesi de hücrenin dışına taşınmakta ve böylece hücre içi ile hücre dışı arasındaki elektrolitik denge sağlanmış olmaktadır. Bu birliktelik, hücre zarlarının elektrik potansiyelini ve kandaki pH oranının değişikliğe uğramasını önlemektedir.

İnsan vücudunun günde ortalama 83–97 gr arası sodyuma ihtiyacı vardır. İnsanlar genellikle yemek esnasında 10–12 gr kadar tuz tüketirler. Hâlbuki vücut için 3–5 gr tuz rahat rahat yeterlidir. Fazla tuz alınımı halinde sodyum maddesinin kanda artması tansiyonun yükselmesine yol açar, dolayısıyla dokularda su birikir ve şişlikler (ödem) oluşur. Tansiyon yükselmesi her ne kadar genetik olduğu da kabul edilse, sodyum artışının bunda büyük rolü olmaktadır.

POTASYUM 

Yetişkin bir insan için gerekli günlük potasyum miktarı 115–131 gr arasında değişmektedir. Ancak sportif faaliyetlerde bulunanlarda bu oran % 50 arttırılır. Potasyum, kasların hareketliliğini dengeler, gücün konsantrasyonuna yardımcı olur. Kandaki potasyum oranının azalması sık görülen bir hadisedir. İshal, kısa süreli de olsa yetersiz beslenme ve yorucu bir yolculuk, kandaki potasyum oranının düşmesi için yeterlidir. Bu azalma kendisini kas ağrıları, kramplar, kalp çarpıntıları, bağırsak rahatsızlıkları ve yorgunluk şeklinde gösterir. Potasyum açısından zengin olan besin maddeleri; kuru fasulye, domates, muz, kayısı (özellikle kurutulmuşu), kuru badem, kiraz, balık, et, süt, kırmızı pazı ve kerevizdir.

SELENYUM 

Değeri, son yıllarda yapılan araştırmalar neticesinde anlaşılan bir mineraldir. Ortaya çıkarılan iki önemli fonksiyonuyla dikkatleri bir anda üzerine çekmiştir. Birinci özelliği; dokuları, kansere yol açan serbest radikallere (kurşun, kadmiyum, kükürtdioksid, nitrat, nitrit gibi) karşı koruyan bir enzimin önemli bir bileşim maddesidir. İkinci fonksiyonu; vücudu zehirli maddelerden temizler. Savunma sistemini aktif hale getirir ve serbest radikalleri tutar. Selenyum eksikliğinin ilk belirtisi, kas yapısında şiddetli bir zayıflığın belirmesidir. İkinci belirtisi ise, kalp ve damarlardaki esneme kabiliyetinin azalmasıdır.

Vücudun günlük selenyum ihtiyacı yaklaşık 70–100 mikrogram arasında değişir. Özel durumlarda bu miktar 200 mikrograma çıkabilir. Selenyum balık, karaciğer, et ve buğdayda bulunur.

ÇİNKO 

İnsan vücudundaki çinko miktarı 2–3 gr kadardır. Çinko kanda, alyuvarlarda, prostatta, karaciğerde, pankreasta, bazı kaslarda ve kemiklerde bulunur. Çinkonun vücutta çok çeşitli fonksiyonları vardır. Vücudun genel gelişimini düzene sokar, sperm üretimini kolaylaştırır, protein ve RNA sentezlerine müdahale eder. Beyinde de kullanılmaktadır. Eksikliği unutkanlığa ve hareket gücünün düşmesine, koku ve tad alma duyusunun zayıflamasına sebebiyet verir.

Çinko pancar, yulaf ezmesi, mercimek, bezelye, et, tuzsuz beyaz peynir ve deniz ürünlerinde bulunur. Bir erkeğin günlük çinko ihtiyacı yaklaşık 15 mg, bir kadının ise 12 mg’dır. Sağlıklı bir beslenmeyle bu miktar rahatlıkla elde edilebilir.

Çinko eksikliği cinsi gelişmede bozukluklara, bağışıklık sisteminin zayıflamasına, deride doku bozukluklarına sebep olur. Daha ileriki safhalarda ise enfeksiyonlara, kansızlığa, kalp yetmezliğine, tümör oluşumuna, böbrek rahatsızlıklarına ve sarılığa yol açabilir. Hamilelikte ve östrojen kullanımında, vücutta çinko oranında bir düşüş olur. Bu sebeple doktorlar hamile kadınlara çinko açısından zengin bir beslenme cetveli önerirler. Çinko fazlalığı da oldukça tehlikelidir. İnsanda damar rahatsızlıkları ve iştahsızlığa sebebiyet verebilir.

ENDÜSTRİNİN BEL KEMİĞİ DEMİR, BİZİM İÇİN DE ÇOK ÖNEMLİ! 

Demir, oksijenin vücut içinde dolaşımı için vazgeçilmez bir mineraldir. Yetişkinlerdeki demir miktarı yaklaşık 3–5 gr arasında değişir. Demir, çok az bir kısmı kan plazmasında, büyük bir kısmı ise (%70) “hem” molekülü şeklinde, hemoglobin olarak bulunan değerli bir iz elementtir.

Vücutta demir stoklayan diğer organlar karaciğer, dalak ve kemik iliğidir. Vücudun demir ihtiyacı yaşa ve kişiye göre değişiklik arzeder. Yetişkin erkek ve kadınlarda günlük demir ihtiyacı yaklaşık 10 mg olmakla beraber, kadınlarda özellikle adet devresinde 15 mg’a yükselir. Hamilelik ve büyüme çağı da fazla demir tüketilen dönemlerdir. Bu zamanlarda şiddetle demir takviyesi gerekir.

Demir; ciğer, et, kuru fasulye, yulaf, kakao gibi besinlerde bulunur. Vücut tarafından kolayca absorbe edilen bir madde değildir. Yeşil sebzeler, portakal suyu gibi C vitamini bulunduran yiyecek ve içecekler besinlerdeki demirin emilimini artırmakta, çay ve kahve ise azaltmaktadır. Demir yetersizliğinin en belirgin hali, takatsizlik, nefes darlığı, sarılık, müzmin baş ağrıları, uyku düzensizlikleri, aşırı yorgunluk, çökük tırnak rahatsızlığı, çabuk tırnak kırılmaları ve saç dökülmesidir. Ancak demir eksikliği kadar, aşırı demir yüklenmesi de çok tehlikelidir. Demir fazlası, ender rastlansa da karaciğer (hepatik) yetersizliğine yol açabilir. Bu durumda, vücudun dışarıya atamadığı demir yığını mide kramplarına, baş dönmesine, kusmaya, şoka ve hatta bazı durumlarda komaya bile sebep olabilir.

BAKIR 

İnsan vücudunda yaklaşık 100–150 gr kadar bakır elementi bulunur. Bunun %10’u karaciğer ve beyinde, geri kalanı ise kandadır. Bakır, kanda hem plazmaya hem de alyuvarlara dağılmıştır. Kanda demir ile beraber hemoglobinleri meydana getirirler. Bakır ayrıca birçok enzimin fonksiyonunu ve kalp çalışmasını düzenler. Vücuda bakır beslemesi yapılması halinde kırık kemiklerin kaynamasını hızlandırır.

Vücudun günlük bakır ihtiyacı 1,5–3 mg arasında değişmektedir. Bakır, vücut tarafından zor absorbe edilen bir maddedir. Besinlerdeki bakırın ancak %5’i vücut tarafından emilir. Karaciğer, fındık, kuru üzüm, istiridye, midye ve mürekkep balığı bakırca zengindir. Bakır eksikliği kansızlık ve kemik yapısında bozukluklarla kendini gösterir.

İYOT 

İnsan vücudunda 20–50 mg arasında bulunan iyot, özellikle tiroit bezlerinde, deride, genel kemik sisteminde mevcuttur. İyodun vücuttaki temel fonksiyonu, tiroit bezi hormonlarının üretimine yardımcı olmaktır. Sinir sisteminde de kullanılır. WHO’nun raporuna göre, vücudun günlük iyot ihtiyacı yaklaşık 150 mikrogram kadardır. Yeterli bir beslenmeyle bu miktar rahatlıkla tabii bir şekilde alınabilir.

Tabii haliyle iyot özellikle balıkta, deniz ürünlerinde, sığır yüreğinde, ıspanakta, pirinçte ve iyotlu tuzda bulunur. İyot yetersizliği tiroit bezlerini etkileyeceği için hipotiroit (Guatr) hastalığına yol açar. Ayrıca kalp atışlarının zayıflaması ve metabolizmanın azalması gibi rahatsızlıklar da baş gösterir.

FLOR 

Florun kemik ve diş teşekkülünde önemli bir yeri vardır. Diş çürüklerinin büyük ölçüde sebebi, vücuttaki flor eksikliğidir. Bugün özellikle 6 yaşına kadar olan çocuklara diş sağlığı açısından flor takviyesinde bulunulmaktadır. Nitekim bugün birçok diş macununa flor maddesi ilave ediliyor.

Vücudun günde yaklaşık 1,5–4 mg arasında değişen miktarda florüre ihtiyacı vardır. Bu maddenin vücuttaki azlığı, diş çürümelerinin yanı sıra kemik erimesine de yol açmaktadır. Flor fazlalığı ise, vücutta çeşitli mine hastalıklarına sebebiyet verebilir. Flor, özellikle balıkta, deniz ürünlerinde, çay yapraklarında ve içme suyunda bulunur.

MANGANEZ 

Vücudun günlük manganez ihtiyacı ortalama 2–5 mg kadardır. Manganez, kemiklerin büyümesine ve gelişmesine yardımcı olur, yağlı maddelerin dönüşümünü kolaylaştırır. Tahıllarda, meyvelerde ve sebzelerde bulunur.

KROM 

Vücudun günlük krom ihtiyacı ortalama 50–200 mikrogram arasında değişir. Yağlı ve şekerli maddelerin metabolizmasını müspet yönde etkiler. Krom yulafta, yumurtada, ette ve bazı sebzelerde bulunur.


Kaynaklar;
VITAL PLUS, Das grosse Programm der Orthomolekularen Medizin, Dr.med. Karl Pflugbeil, Herbig Verlag, München 1990.
— Die Kneippkur, Ein Wegweiser für Gesunde und Kranke, Dr.med. Friedrich Sieber, Wilhelm Goldmann Verlag, München 1980.
— P.M. Dergisi, “Hier liegt ein Mensch”, Marianne Oertl, Aralık/1995.

ivythemes

{facebook#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {twitter#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {google-plus#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {pinterest#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {youtube#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL} {instagram#YOUR_SOCIAL_PROFILE_URL}

İletişim Formu

Ad

E-posta *

Mesaj *

Blogger tarafından desteklenmektedir.
Javascript DisablePlease Enable Javascript To See All Widget